30 Aralık 2010 Perşembe

Sporda Dopingin Neden ve Niçinleri

Daha Karşıyaka'lı futbolcuların ve Fenerbahçe'li Diana Taurasi'nin doping haberlerinin çalkantıları sürerken bu kez de Gençlerbirliği'nden bir futbolcuda Galatasaray maçı sonrası yapılan kontrollerde yasaklı madde saptanması profesyonel sporda dopingin yaygınlığı açısından dikkat çekici bir durum.
Bu konudaki tartışmalar daha çok taraftarlık penceresinden ya da B numunesi sonuçları açıklanmadan sporcuların isimlerinin ortaya dökülmesi açısından cereyan ederken bu konunun altındaki dinamiklere eğilmek istedim.
Sporda özellikle profesyonel sporda yasaklı madde kullanımı çok yaygın, hatta sanıldığından çok daha yaygın bir sorun. Sporcular çeşitli nedenlerle yasaklı maddeler kullanıyorlar. Bu nedenleri şu başlıklar altında sıralamak mümkün;

  1. Sporcunun diğer sporcuların da bu maddeleri kullandıklarına inanmaları,
  2. Takım arkadaşları ve yöneticilerinden bu maddeleri kullanmaları yönünde gördükleri baskı,
  3. Sporcunun kazanma ama ne olursa olsun kazanmaya odaklanması ya da toplumda buna yönelik bir eğilim olması,
  4. Profesyonel sporda gittikçe artan maddi kazanç ve başarının maddi kazançla ödüllendirilmesi eğilimi,
  5. Profesyonel sporda sporcu desteği (supplement) adı altındaki ilaç ve benzeri maddelerin kullanımının giderek yaygınlaşması,
  6. Sporcuların profesyonel sporda giderek artan antrenman ve maç yüküyle baş etmekte zorlanması.


Burada özellikle supplementlere dikkat çekmek lazım. Bu konuda IOC ve HFL Sport Science (WADA lisanslı laboratuar)'nın yaptığı iki ayrı çalışma var: IOC destekli araştırmada 13 ülkede satılan ve hormon içermediği iddia edilen 634 beslenme desteğinin 15%'inde WADA tarafından yasaklanmış ve etiketlerinde beyan edilmemiş steroidler saptanmış. Diğer araştırmada ise 58 besin desteğinin 25%inde yasaklı steroid ve 11%inde yasaklı uyarıcı saptanmış. Yani sporcuların yaygın olarak kullandıkları besin destekleri (supplement) kesinlikle ama kesinlikle masum ve güvenilir değiller. Bu maddelerin kullanımının kulüpler ve sağlık ekipleri tarafından kontrol altına alınması gerekli görülüyor. Belki de sadece kulüplerin önerdiği (kontrolleri yapılmış ve güvenli olduğunu tespit edilmiş) maddeleri sporcularının kullanmasına izin vermeleri gibi bir düzenleme zaman içinde getirilebilir.

Doping sporda galiba her zaman olacak ancak bunun sınırlı ve münferit olaylar halinde kalmasını sağlamak gerekli. Bu da öncelikle eğitimden ve sıkı denetimden geçiyor. Ancak toplumda ve profesyonel spordaki bir şekilde kazanmak yönündeki eğilimi de göz ardı etmemeli. Bunun sporcu üzerinde yarattığı baskıları  törpülemek için de bir şeyler yapmak lazım galiba. Ama bu da bambaşka bir yazı konusu...



24 Aralık 2010 Cuma

Diana Taurasi ve Doping

Sonunda açıklamalar peş peşe gelmeye başladı ve Taurasi'nin A numunesinde yasaklı madde bulunduğu ve sporcunun da B numunesinin açılmasını talep ettiği ortaya çıktı. Bu süreç sonuçlanana kadar idari tedbirli olarak Türkiye Basketbol Federasyonu'nca müsabakalardan men edildiği de anlaşılmakta. Taurasi'de saptanan yasaklı madde Modafinil'miş.






Tüm bu yaşananları  açıklamak gerekirse;
1. Sporcuların spor yaşamlarının herhangi bir anında denetlemeye tabi tutularak idrar ya da kan örneği vermesi istenebilir ve bunu yerine getirmekle yükümlüdürler. Eğer örnek vermeyi ret ederlerse sonları Süreyya Ayhan gibi olur!.
2. Sporcular ulusal ya da uluslararası bir müsabaka sonrasında doping kontrol görevlileri tarafından genellikle rastgele (kura v.s. gibi) olarak seçilerek numune vermeleri istenir ve bu işlemin her anı görevliler tarafından kayıt altına alınır ve izlenir.
3. Alınan numune ikiye ayırılarak A ve B numunesi olarak ve üzerinde isim olmaksızın ancak numaralandırılarak poşetlenir ve doping kontrol formu ile beraber ulusal doping kontrol laboratuvarlarına gönderilir.
4. Numunenin kime ait olduğu ancak kontrol merkezindeki testler sırasında doldurulan formun kapatılmış isim kısmının görevli tarafından açılması ile ortaya çıkar.
5. A numunesinde yasaklı madde tespit edildiğinde bu sporcunun yarıştığı organizasyonun yetkililerine (burada Basketbol Federasyonu), sporcunun kulübü ve kendisine iletilir.
6. Bu aşamada sporcu durumu kabul edebileceği gibi B numunesinin açılmasını da isteyebilir.
7. B numunesinin sonucu alınana kadar sporcunun ve test sonuçlarının açıklanması kesinlikle yasaktır ve bir görev ihmalidir.
8. Sonuç yine pozitif çıkarsa sporcu için ceza kurullarının görev aldığı cezalandırma süreci başlar.

Bu durumda Taurasi'nin A numunesinde WADA (Dünya Anti-doping Ajansı)'nın her yıl yayınladığı Prohibited List (yasaklı madde ve metotlar listesi)' de müsabaka sırasında kullanımı yasaklı olan uyarıcılardan biri olan Modafinil saptanmıştır. Henüz B numunesi açılmadığı için süreç devam etmektedir. Bu süreçte hiç bir şekilde sızmaması gereken sporcunun adı ve saptanan yasaklı madde birileri tarafından basına sızdırılmıştır.

Sporcunun A numunesi sonucuna itiraz ettiği ve B numunesinin açılması talebi olduğu görülüyor. Eğer B numunesi de pozitif çıkarsa o zaman cezalandırma süreci başlayacak, sonuçta da eğer bunu tıbbi ya da mantıklı bir gerekçeye dayandıramazsa bedelini ödeyecek ve ceza alacaktır. Ama daha bütün bu süreç sonlanmadan sporcunun ve kullandığı iddia edilen maddenin adının ayyuka çıkması ayıptır. Bunun da bir sorumlusu olmalı ve bedelini ödemelidir.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Sporumuzun Doping Hali

Dün internet sitelerine ve gazetelere düşen Karşıyaka'lı iki futbolcuda doping testlerinin pozitif sonuç verdiği ve bu iki futbolcunun tedbirli olarak disiplin kuruluna sevk edildikleri haberinin detayı bence olay kadar önemliydi. Kimsenin ilgisini çekti mi bilmiyorum...





Milliyet Gazetesi internet sitesinde yer alan haberin detaylarında ' Farkında olmadan yasaklı madde içeren ilaç kullanan Tolga, bu hapları arkadaşlarına da verdi. Mustafa ve Barış'ın dışında bu ilacı başka oyuncuların da kullandığı bildirildi.' diyor. Aslında doping ile ilgili derslik ve ibretlik bir durum. Neden derseniz; Tolga içinde yasaklı madde bulunan bir ilaç kullanıyor, bu hatayı yaptığı yetmezmiş gibi bu ilacı diğer arkadaşlarıyla paylaşıyor sanki kendisi bu işte uzmanmış ya da bilgisi derinmiş gibi, diğer arkadaşları da kimseye danışmadan ve bilgi vermeden bunu kullanmakta sakınca görmüyorlar.

Bu olayı sadece bizim spor dünyamıza sınırlı bir şey olarak görmeyin! Örneğin daha geçen yıl NBA 'de Rashard Lewis içeriğinde anabolizan madde olan ve kendisinin sporcu desteği (supplement) olduğunu söylediği bir ilacı kullandığından 10 maç men cezası aldı. Bakın Lewis bu olaydan sonra ne demiş : “I hope this unintentional mistake will not reflect poorly on our team and its great character, I hope every athlete can learn from my mistake that supplements, no matter how innocent they seem, should only be taken after consulting an expert in the field ( Bu istem dışı hata umarım takıma kötü yansımaz, umarım her atlet benim hatamdan sporcu desteklerinin ne kadar masum görünseler de ancak bu alanda uzman biri danışıldıktan sonra alınması gerektiğini öğrenir).” Konunun tüm yönlerine vurgu yapan bundan daha güzel bir açıklama olamaz!!!

Yasaklı madde kullanımı sık rastlanan ve sonunda herkesin kaybettiği bir süreç aslında. Sporcu yakalanmazsa sağlığından yakalanırsa ekmeğinden olabiliyor, kulüp bir sporcusunu kaybediyor ya da bazen bizim Halter Milli takımına uygulandığı gibi müsabakalara katılımdan bile men edilebiliyor ve sporun toplum gözündeki saygınlığı zarar görüyor.

Karşıyaka Futbol Takımı özelindeki olaydan alınması gereken derslere gelince;
Her profesyonel futbol takımının bir sorumlu doktoru olmalıdır. Bu hekim sezon başında mutlaka ve sezon içinde de 1-2 kez mümkünse tüm sporcu ve teknik ekibe doping ile ilgili bilgileri içeren eğitim vermelidir. Bu eğitimde hiç bir ilaç ya da sporcu desteğinin ağızdan ya da başka yollarla sağlık ekibine sorulmadan kullanılmaması ve kullandırılmaması altı çizilerek tekrar tekrar belirtilmelidir.
Sporcular herhangi bir ilaç ya da desteği kullanmadan önce mutlaka takım doktoruna danışmalı ve onayını almalıdır. Kendi kullandıkları bir ilacı başkalarına teklif etmemelidirler. Sporcu desteği olarak kolayca bulunabilen ilaçların önemli bir kısmında yasaklı maddeler bulunabileceği tıbbi araştırmalarda gösterilmiştir. Bu konuda bu ilaçların üzerindeki etiketlere de güvenilmemelidir çünkü yasaklı maddelerin etiketlerde yazılmadığı da saptanmıştır.
Ayrıca doping numunesi alınma sürecinde sporculara son dönemlerde kullandıkları ilaçları beyan ederken gerçekleri saklamamasını ve hafızalarını zorlayarak tüm kullandıkları ilaç ve destek maddelerini bildirmelerini tavsiye ederim. Olası bir bir yasaklı madde saptanması durumunda alacakları cezayı azaltmakta çok faydası olacaktır.

Sporcuların daha dikkatli, yasaklı madde kullanımı ve bunun sonuçları hakkında daha çok bilgi sahibi olması ile bu tür durumlarla daha az karşılaşmayı diliyorum.

17 Aralık 2010 Cuma

Profesyonel Sporda Sağlık Hizmeti Yapılanması; böyle bir şey gerçekten var mı?

11.12.2010 tarihinde katıldığım NTVSpor televizyonundaki 'Yenilsen de Yensen de' programının konusu spor sakatlıkları idi. O gün 1,5 saate yakın bu konu konuşuldu ve genç taraftarların olaya ilgisi beni oldukça şaşırttı. Spor sakatlıklarının ve nedenlerinin bu kadar ilgi görebileceği hiç aklıma gelmemişti doğrusu.

Programda konuşulanlar ve katılımcıların tepkileri aslında ilgi açısından olayın ne kadar içinde bilgi açısındansa ne kadar dışında olduklarını göstermesi açısından ilginç bir deneyimdi.
Program katılımcılarından Stefano Marrone'nin sağlık yapılanmasında kulüpler içerisinde devamlılık olmadığı ve bunun sağlanmasının önemine işaret etmesi ve Dr. İsmail Başöz'ün kişisel fizyoterapist ve benzeri sporcuya özel danışmanların takım içerisinde sorun yaratabileceği ifadesi konuya kafa yoran biri olarak beni 'doğrusu nasıl olmalı ?' diye düşünmeye itti.

Öncelikle Stefano Marrone'ye bu konuda katılıyorum. Yani profesyonel spor kulüplerinin kendi spor ve egzersiz tıbbı organizasyonları olmalı. Bu yapı kurumsal bir organizasyona sahip ve sık değişikliklere uğramayan değişen her teknik direktör ya da kulüp yönetimiyle değişmeyen bir sistem olmalı. Bu yapının belirli bir bütçesi olmalı ve harcamaları kulüp tarafından karşılanmalı. Sevk ve idaresinden sorumlu olanlar yapılanların hesabını yönetimlere vermeli ve hataların da bedeli olmalı. Türkiye'de durum böyle değil; kulüpler sağlık organizasyon ve harcamalarını üzerlerine almayıp sponsorlara (genellikle özel sağlık kurumları) ve taraftarlık bağı ile bağlı oldukları yakın ilişkileri olan hekimlerin üzerine yıkmakta çok mahirler. İşlerin iyi gittiği durumda bu sistem işliyor görünüyor belki ancak bir sağlık sorunu ya da tıbbi hata ortaya çıktığında kimse sorumluluğu üzerine almıyor ve bedel ödemeye yanaşmıyor.


Ben eskiden bu yana profesyonel sporcuların (özellikle iyi para kazananların) sağlıktan, beslenmeye, psikolojik destekten basın ve halkla ilişkilere kadar profesyonel ve özel yaşamlarını ilgilendiren her konuda bedelini ödeyip hizmet ve danışmanlık satın alması gerektiğine inanıyorum. Kısa vadede belki yıllık kazançlarının 10-20%'i kadar  bedeller ödemeleri gerekse de profesyonel sporda kalış süresini kesinlikle uzatacağı için uzun vadede sporcuların yararına olacak bir durum bu. Ama ülkemizde böyle düşünen ya da arayışta olan bir sporcu olduğunu sanmıyorum. Harry Kewell'ın kişisel fizyoterapisti olması ve onunla çalışması oldukça ilgi uyandırmıştı hatırlarsanız. Aslında Kewell doğrusunu yapıyor ve bedelini ödeyerek kendi spor yaşamını uzatıyor. Buna kim ne diyebilir diye düşünürdüm ama Dr. İsmail Demiröz'ün söylediğine göre bu diğer sporcular için problem olabiliyor. Bunun çözümü bu tür hizmetlerin antrenman ve maçların dışında kalan kendilerine özel zamanlarda alınması, o zaman kimsenin söyleyecek sözü kalmaz.

Hep söylüyorum profesyonellik algımızda sorun var. Hem spor kulüplerimiz, hem sporcularımız hem de (çuvaldızı kendimize de batıralım) sağlık profesyonellerimizin profesyonelliği sadece para kazanmak olarak algılamaması, profesyonelliğin bazen kariyer için para harcamayı da gerektirdiğini hatırlamasını diliyorum.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Akut Spor Yaralanmalarında İlk Müdahale

Bugün spor yapan herkesin bilmesi gereken ve öğrenirse daha sağlıklı ve mutlu bir spora katılım sağlayacağına inandığım akut spor yaralanmalarına ilk müdahale prensiplerini sizinle paylaşmaya çalıştım.
Spor sakatlıklarını iki gruba ayrılabilir; akut spor yaralanmaları ve aşırı kullanma ya da yüklenmeye bağlı spor yaralanmaları. Akut spor yaralanmaları burkulma, zorlanma gibi durumlarla darbeye bağlı yaralanmaları içerir. Bu tür yaralanmalarda ilk müdahale çok önemlidir ve sakatlığın iyileşme sürecindeki en kritik dönemdir. Bu nedenle yaralanmadan sonraki ilk 48-72 saatte sporcuların ve sporcuya sağlık konusunda destek verenlerin neyin nasıl yapılacağını bilmeleri büyük önem taşır.


Akut yaralanma sonrası yapılacak olan uygulamalar PRİCE  kısaltması ile ifade edilir. PRİCE İngilizce Protection (koruma), Rest (istirahat),Ice(buz uygulaması),  Compression (bandajlama), Elevation (yükseltme) sözcüklerinin baş harflerinden oluşan bir terimdir.

Koruma: sakatlık sonrası sakatlık olan bölgeye yük vermeyi engelleyici uygulamaları ifade etmek için kullanılır. Örneğin ayak bileği burkulmalarında koltuk değneği kullanımı gibi.
İstirahat: sakatlık sonrası ilk dönemde meydana gelen kanama ve şişmeyi kontrol altına alabilmek için sakatlık bölgesini istirahate almak gereklidir; omuz için omuz askısı kullanılması ya da ayak bileği yaralanmalarında yürümenin kısıtlanması gibi.
Buz uygulaması: akut yaralanmalar sonrası meydana gelen kanama ve şişmeyi kontrol altına almada çok önemlidir ve yaralanma sonrası en kısa sürede başlanmalıdır. Her iki 2 saatte bir 20 dakika ile ilk 48-72 saat uygulanması hem ağrının kontrolünde hem de sonrasındaki rehabilitasyonun kolay geçmesinde büyük önem taşır. Hafif nemli bir havlu ile sarılmış buz torbası ya da soğuk jel torbaları (coldpack) ile uygulanmalıdır.
Bandajlama: Buz uygulamasının beklenen etkiyi ortaya çıkarması en az 20 dakika süreceği için özellikle yaralanmadan hemen sonra buz uygulaması mutlaka elastik bandajla sarılarak yapılmalı ve sonrasında buz uygulaması dışında da devam edilmelidir. Akut yaralanmalarda şişliği kontrol altına almak sonraki iyileşme sürecinde büyük önem arz eder ve elastik bandaj uygulaması bu açıdan çok etkilidir. Bandajlama yaralanan bölgenin aşağısından başlayarak yaralanmanın üzerine doğru ve çapraz olarak yapılmalıdır.
Elevasyon (yükseltme): Yine kanama ve şişmeyi kontrol altına almak için yapılan bir uygulamadır. Temel olarak yaralanma bölgesinin kalp hizasından daha yüksekte tutulması olarak tanımlanabilir. Ayak bilek ya da diz yaralanmalarında bacağın 1-2 yastıkla yükseltilmesi buna örnek verilebilir.

Sporcular ve spor sakatlıkları ile ilgilenenler hiç bir yaralanmayı hafife almamalıdır. Özellikle profesyonel sporda yaşanan her sakatlığı sağlık ekibi ile paylaşmak en kritik 48-72 saatlik sürenin boşuna geçirilmemesi açısından hayati önemdedir. Bu sürenin kötü kullanılması daha büyük ve çözümü zor sorunlara yol açabilir.

7 Aralık 2010 Salı

Suriye Gezisi Notları (23 Ekim-2 Kasım 2010)

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın vasıtasıyla bir Fransız arkadaş grubuna takılıp kapsamlı bir Suriye gezisi yapma şansını yakaladım. Bu geziye ait izlenimlerimi ve çektiğim bazı fotoğrafları burada paylaşmak istedim. Her ne kadar blogun ana teması ile hiç bir ilgisi olmasa da bunları paylaşabileceğim başka mecra olmadığı için burada beğeninize sunuyorum.
Geziyi bizim gezi planımıza uygun bir kronolojide sunmayı planladım ve öyle de yaptım. Hadi buyurun...

                                                                                                  
                                              Şam Emeviye (Umayyad) Camisi

23 Ekim 2010: Sabah 7:00 uçağı ile İstanbul Atatürk Hava Limanı Şam Uluslararası Havaalanı uçuşumuza başladık. Şam'a indiğimizde saat 08:55'ti. Şam Havaalanı bizim Kayseri Havaalanından belki az büyükçe ama daha eski bir havaalanı. Bu arada bunca seyahat ederim ilk kez bir ülkeye girişte bavulların X-ray cihazından geçirildiğini gördüm, ilginç...  Eğer bireysel bir şekilde seyahat ediyorsanız; Şam Havaalanı'ndan şehre taksi ulaşımı sadece bir şirket tarafından sağlanıyor ve fiyatı değişken :)). Biz ilk indiğimizde Saydnaya'ya -Şam'ın kuzeyinde 40 km. mesafede- 80 dolar karşılığı Suriye poundu (1 USD yaklaşık 46 SP ve 1 Euro 64 SP ediyor) talep ettiler. Havaalanının dışına çıkıp biraz dolanınca aynı şirketin kapıdaki değnekçisi önce 60 dolar sonra 50 dolar istedi. Saydanaya Şam'dan yüksekte nispeten daha yeşil ve Hıristiyanlar açısından çok önemli olan Bakire Meryem Kilisesi ile ünlü bir kasaba. Bu kilisede Hz. Meryem ve Hz. İsa'nın sürekli yağ sızdıran ve sızan yağın mucizelere neden olduğuna inanılan ikonası kilit altında tutuluyor. Kilise MS 500'lü yıllarda İmparator Justinianus tarafından yaptırılmış.
     
                                                                           
                                Dharkam Boutros’un İnci Dükkanı                                 

24 Ekim 2010: Bugün tüm gün eski Şam'ı gezdik. Suriye Ulusal Müzesi mutlaka gezilmesi gereken ve Suriye topraklarında yaşamış uygarlıkları göz önüne seren bir müze. Ancak eski ve çok iyi bir sunumu yok açıkçası. Daha sonra Bab Şarki (doğu kapısı)'den başlayarak eski şehri gezdik. Bab Şarki'den başlayan ve eski adı Via Recta olan-şu anda adı Mithat Paşa Caddesi-  cadde sizi sağa sola ayrılan sokakları ile eski şehirde her yere ulaştırıyor.  Hemen sayılabilecek uğrak yerleri başta muhteşem Emeviye (Umayyad) Camisi olmak üzere Hamidiye Çarşısı, Al-Azeem Sarayı, Selahaddin Eyyubi Türbesi ve Türk Hava Şehitliği. Bunlar birbirine 5'er dakikalık yürüme mesafesindeler. Emeviye (Umayyad) Camisi Şam'daki en görkemli eser 705 yılında yapımına başlanmış ve özellikle ana giriş kapısı süslemeleri ile muazzam. İçinde Hazreti Yahya'nın (Vaftizci Yahya) başının bulunduğuna inanılan türbesi ile hem Hristiyanlar hem de Müslümanlarca kutsal bir yer.  Caminin minarelerinden biri de Selçuklular tarafından yaptırılmış. Umayyad Camisi'nin dış (avlu)  kapısına sırtınızı döndüğünüzde sol köşede Dharkam Boutros'a (kendisini Türklere Tarkan ve yabancılara Peter diye tanıtıyor) ait inci dükkânı var. Özellikle bayanların ya da eşlerine armağan almak isteyen beylerin mutlaka uğramasını tavsiye ederim. Fiyatları gerçekten uygun ve çeşit bol... Onun hemen sol tarafında 100 metre ileride Hamidiye Çarşısı (adı burayı yaptıran ve onartan 1. ve 2. Abdülhamid'den geliyor) var. Burada girişin 200 metre kadar aşağısında sol tarafta Suriye'nin en ünlü dondurmacısı Bektaş (Baktash) Dondurma ve tatlıcısı buluyor. Dondurmaları fena değil tatlıları bizimkilerin yanına yaklaşamaz. Denemekte fayda var... Emeviye Camisi'nin hemen sol tarafında Selahaddin Eyyubi türbesi ve ilk Türk hava şehitlerinin mezarları var. Bab Şarkı'nin hemen sağ tarafındaki ilk sokaktan gidildiğinde Saint Ananias'ın evi ve kilisesine ulaşılıyor. Saint Ananias Hristiyan tarihinde çok önemli yeri olan ve Hristiyanlığı yaygınlaştıran kişi olarak sayılabilecek Saint Paul'u vaftiz eden kişi ve bunu bu kilisede yaptığına inanılıyor. Kilise MS. 1. yüzyıla tarihleniyor.
Akşam Via Recta üzerinde yemek yedik. Yemekler güzel ancak içecekleriniz de dahil mutlaka her şeyin fiyatını sorun (vergi dahil olarak) çünkü sonradan o fiyat vergi hariçti v.s. gibi açıklamalar duyup şaşırabilirsiniz.

                            
                                                     Crac De Chevaliers

25 Ekim 2010: Bugün sabah Şam'dan hareket edip akşam Latakya (Lazkiye)'ya ulaşacak şekilde erkenden yola çıktık. Hedefte Crac de Chevaliers ve Tartus var. Crac de Chevaliers 11. yüzyıl sonu ve 12. yüzyıl başına tarihlenen bir Haçlı Kalesi ve çok iyi korunmuş. Kalenin önünden devam edip 200 metre kadar gittiğinizde çok iyi panoramik fotoğraf alabileceğiniz bir mevki var, öneririm. Kale çok iyi organize olmuş ve kendi su kaynakları ile yiyecek saklama sistemleri olan bir kale. Yapılırken uzun süreli kuşatmalara dayanacak şekilde planlanmış. Gerçekten de Selahaddin Eyyubi bu kaleyi kuşatmasına rağmen alamadan Selahaddin Kalesine devam edip orayı ele geçirmiş.
Tartus ve Latakya Suriye'nin Akdeniz kıyısındaki liman kentleri. Tartus Kilisesi Hıristiyanlar açısından önemli, şu anda müze olarak kullanılıyor. Tartus ancak vakit bol ise görmenizi önereceğim bir yer; eski şehrin deniz tarafından güzel resim vermesi ve kilisesi dışında ilgi çekici bir yönü olduğunu düşünmüyorum. Latakya büyük bir Akdeniz kenti. Caddeleri hareketli, sahile inen yollardan birinde modern bir restoranda yemek yedik, sahiplerinden biri iyi Fransızca konuşan genç bir bayandı. Latakya'da kaldığımız otel Suriye'de konakladığımız otellerin en kötüsüydü, bizim Aksaray-Laleli civarındaki otellerimize benziyor. 

26 Ekim 2010:
Sabah erken kalkıp Ugarit'e vardık. Ugarit Latakya'ya 20 km. mesafede Finikelilerin başkenti olan kent. M.Ö. 3. ve 2. bin yıllar arasında çok önemli bir merkezmiş. İlk alfabenin ve müzik notalarının kullanıldığı yer olarak dünya tarihinde önemli bir yeri var. O dönemde tüm dünya ile ticaret gemileri aracılığıyla büyük bir ticaret ağı kurmayı başarmışlar, hatta Kristof Kolomb'dan 2000 yıl önce Amerika kıtasına ulaştıkları iddia ediliyor. Brezilya sahillerinde Ugarit Alfabesi ile yazılmış ve 12 erkek ve 3 kadının gemi ile karaya çıktıklarını bildiren bir taş bulunmuş. Bu arada Suriye'de özellikle kuzeyde her yerde nar suyu sıkılıp tezgahlarda satılıyor, çekinmeden içebilirsiniz. Suriye'de 950.000 kök nar ağacı bulunmaktaymış. Ugarit Harabeleri'nin kapısında bile 2-3 yerde satılıyor.
Ugarit'ten yola çıkıp Suriye Alpleri diyebileceğimiz dağları aşıp Salahaddin Kalesi'ne vardık. Selahaddin Kalesi Crac de Chevalier'e göre daha kuzeyde, daha büyük ama daha az korunmuş bir Haçlı kalesi, vakit varsa görmekte fayda var.
Buradan Apamea'ya geçtik. Apamea halen kazı çalışmaları süren ve özellikle M.S. 2. yüzyıl civarında çok önemli olan bir merkez. Şu anda sadece yaklaşık 1200 sütun bulunan ana caddesi açığa çıkarılmış ancak o bile etkileyici. Kıyaslamak açısından söyleyeyim Efes'in ana caddesi 1800 metre uzunluğunda.. Gece Hama'da güzel sayılabilecek eski bir konaktan dönüştürülmüş bir butik otelde kaldık. Hama çok tutucu bir yer ve oteller dahil hiç bir yerde içki satılmıyor.
                   
                                                   Su Değirmenleri -Hama

27 Ekim 2010: Sabah Hama'da küçük bir şehir turu yaptık. Hama tarih öncesinden bu yana su değirmenleriyle ünlü, gerçekten irili ufaklı(en büyüğünün çapı 20 metreden fazla) çok sayıda değirmen var. Ayrıca Hama Suriye'de dokumacılığı ile de ünlü, fiyatlar göreceli ucuz ancak kaliteleri tatmin edici olmayabilir. Hama'da yola çıkıp Halep'e doğru kuzeye çıkmaya başladık. Yol üzerinde Murat Paşa Hanı'nda bulunan Al Ma-arra Mozaik Müzesi'ne uğradık. Mozaikler gerçekten etkileyici, yerde bulunan ve gayet iyi durumdaki bir tanesini adımlarımla ölçtüm; yaklaşık 20 metre uzunluğunda ve 3 metre genişliğindeydi!!! Burada özellikle Herkül mozaikleri ve aslanın ceylan avlamasını betimleyen mozaik çok etkileyici. Hama ile Halep arasında Bizans döneminden kalma ve özellikle 9. yüzyıldan başlayıp her yüzyılda ortaya çıkan büyük depremlerden etkilenerek terk edilmiş şehirler var; Ölü şehirler-Dead Cities. Sergilla bunların içinde büyük ve iyi korunmuşlarından biri. Özellikle otel-hamam kompleksi ve lüks villası ile görülmesinde fayda var. Al-Bara ise M.S. 8. yüzyıldan 1970'li yıllara kadar kullanılmış ve halen iyi durumdaki zeytinyağı üretim tesisi ve Bizans döneminden kalma piramit mezarlarıyla görülmeye değer. Gece Halep'e ulaştık ve Hristiyan bölgesi El-Jedidah'taki eski Bağdat Tren istasyonunun yakınındaki Park Otel'e yerleştik. Otel oldukça iyi ve temiz. Üç gece kalacağız ve ilk gece için yakındaki Cordoba Restoran'a gittik Mekanın sahibi Hırak isimli Ermeni bir gençti ve Kilis'ten göçmüşler. Hırak çok iyi Türkçe konuşuyor ve ticaret için sık sık İstanbul'a geldiğini söylüyor. Halep'te yaklaşık 200-250 bin Hristiyanın yaşadığını öğreniyorum Hırak'tan. Yönetimin Hristiyanları kolladığı ancak aralarında yönetimin Hristiyanların hayatlarına Hristiyanların da politika ile yönetime karışmaması gibi bir yazılı olmayan anlaşma olduğunu hissine kapıldım sohbet sırasında. Restoranda yemekler Suriye'nin genelindeki iyi restoranların hepsinde olduğu gibi iyi ve göreceli olarak ucuz.  
                                                        Halep Kalesi

28 Ekim 2010:  Bugünü Halep şehir turu ile geçirdik. Halep deyince ilk akla gelen yer Halep Kalesi. Halep Kalesi kısmen yapay bir tepe üzerinde (şehirden yaklaşık 50 metre yüksek) kurulmuş ve yarı Eyyubi yarı Memluk yapısı diyebileceğimiz bir eser. Özellikle bir iyi-kötü şans betimlemesi olan at nalı işlemeli kapıları benim çok hoşuma gitti. İçinde ayrıca saray, büyük ve küçük camileri ile görülmesi gereken bir Unesco Dünya Kültür Mirası. Kalenin hemen önünde birçok kervansaray var,  bugün için çoğunda turistik eşya satan dükkanlar var. Kaleye sırtınızı döndüğünüzde 100 metre ileride sağda Halep'in en büyük çarşısı (kapalı çarşı) aşağıya doğru uzanıyor. Burada baharat, takı ve özellikle Halep Sabunu (zeytinyağından) satılıyor. Halep sabununun içerdiği zeytinyağı oranına ve yaşına göre fiyatı değişiyor. Ben kilosu 300 Suriye poundu (yaklaşık 5 euro) ve 450 suriye poundu olan iki tür sabundan aldım. Açıkçası alacak (hele Türkiye'den gidiyorsanız) çok fazla bir şey de yok. Kapalıçarşının sağ tarafına doğru sokaklardan Halep Umayyad (Emeviye) Camisi'ne ulaşılıyor. Şam Umayyad Camisi ile aynı dönemlerde yapılmış ve başlangıçta aynı boyutta iken sonra küçültüldüğü söylenen ona göre çok daha sade tek minareli bir cami Halep'teki. Halep'in Hristiyan Mahallesi güzel ve butik otellerle, iyi restoranlarla bezeli. Biri açıkçası beni büyüledi, Dar Zamaria pek çok eski evin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir otel, içinde güzel bir restoranı da var. Yemekler Halep'te de güzel ve bizim damak zevkine yakın. Tüm Suriye'de masada mutlaka iyi bir humus oluyor.
29 Ekim 2010: Bugün St. Simeon Kale/Kilisesi ve Ain Darra tapınağını ziyarete ayırmıştık. St. Simeon 5. yüzyıldan kalma ve Hristiyanlık için önemli bir merkez. Eski dönemlerde Hristiyanlar için haç yolunda önemli bir uğrak yeriymiş. Bir birleştirici kilise olarak kabul edilirmiş; gerçekten de içinde tüm haç tipleri (Latin, Roma, Malta, Grek v.s.) duvarlara işlenmiş. Kilise aslında 4 ayrı kiliseden oluşuyor ve ortasında St. Simeon'un üzerinde ibadet ettiği ve konuşma yaptığı sütunun bir kısmı hala duruyor.  Biraz ileride vaftizhanesi var. St. Simeon Türkiye sınırına 20-30 kilometre mesafede. Kale olarak adlandırılması çok sonraları Haçlılar döneminde etrafının surlarla çevrilerek kaleye dönüştürülmesi yüzünden.
Ain Darra tapınağı ise muhtemelen geç dönem Hititler'den kalma ve M.Ö. 1000-800 yılları arasına tarihleniyor. Özellikle tepeye çıkar çıkmaz sizi karşılayan ve sanki dün yapılmış gibi duran büyük aslan heykeli ile tapınağın girişindeki Tanrı'nın ayak izleri çok etkileyici.
30 Ekim 2010: Bugün Halep şehrinden güneydoğuya doğru giderek Suriye yarı çölünü geçerek Palmyra'ya ulaştık. Yolda Esat Baraj Gölü'ne de uğradık. Özellikle Halep'in doğusunda toprak çok verimli ve birçok da petrol kuyusu var. Palmyra çölün girişinde bulunan, özellikle M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda zirveye çıkmış bir ticaret kenti. Meşhur kraliçe Zenubia'nın şehri. Şehre biraz yukarıdan bakan Arap Kalesi'nden çok güzel görünüyor. Bu kaleden çölde batan güneşi izlemek ve fotoğraflamak da güzel.
         
                                                              
                                   Palmyra (Arap Kalesinden Görünüm)

31 Ekim 2010: Geceyi Palmyra Dedeman Hotel'de geçirdik Suriye'de kaldığımız en büyük ve aynı zamanda en pahalı otel. Suriye'nin hiç bir yerinde kahve için 5 euro istememişlerdi. Palmyra özellikle Bel Tapınağı, tiyatrosu ve sağlı sollu çok sayıda sütun ile- tetrapilona ulaşan- başlangıcında Septimus Severus zamanına tarihlenen zafer takı olan caddesi ile ama hepsinden daha önemlisi etkileyici kule ve yer altı mezarları ile nefes kesici. Bell Tapınağı bu coğrafyada o döneme ait (MS. 1. yüzyıla tarihleniyor) en büyük ve en önemli tapınak olarak kabul ediliyor. Çok büyük ve ortasında o dönemde kutsal rahiplerden başkasının giremediği kutsal tapınağı (içindeki 30 ton civarında gelen mermer tavana dikkat!!!) ile mutlaka görülmeli. Mimar ve inşaatçıların özellikle avludaki köşe sütunlarına dikkat etmelerini öneririm. Mezarlar ise tavan süslemeleri, her bir katta adeta raf sistemi ile çok sayıda insanın gömüldüğü ve her mezarın o insanın maskı ya da daha büyük heykelleri ile kapatıldığı etkileyici yapılar. Maskın üzerinde ayrıca ölülerin isimleri, 'üzgünüz' gibi ifadeler de bulunuyor. Palmyra Müzesi'ni de görmek gerekiyor. Özellikle mumyaları ve mezar başları ilgi çekici.
1 Kasım 2010: Bugün Palmyra'dan ayrılıp Suriye'yi güneybatıya doğru geçip Maalula'ya ulaştık. Maalula Hz. İsa'nın konuştuğu ve dua ettiği dil olan Arami Dili'nin halen konuşulduğu 3 köy'den biri. Şam'a 40 km. uzaklıkta ve ilk gördüğümde içimden 'Kapadokya çok benziyor' dedim. İlk yasal kilise olan St. Sergios ve St. Bakhos kilisesi ile ilk Hristiyan azize olarak kabul edilen St. Takla (St. Claire)'nın mezarı da burada. Geceyi
Saydnaya Sheraton'da geçirdik.  
                                                              Maalula

2 Kasım 2010: Bugün Şam'ın 120 km. kadar  güney batısında bulunan ve dünya'nın en iyi korunmuş Roma tiyatrosu olarak kabul edilen Busra tiyatrosunu görmek için yola düştük. Şam'ın güneyinde 4-5 adet yeni kurulmuş özel üniversite var ve yol bunların arasından geçiyor. Biraz ilerisi Ürdün. Toprak burada da inanılmaz verimli. Busra Tiyatrosu çok etkileyici, merdivenlerden aşağıya ilk baktığımdakine benzer bir hissi Afrodisias Hipodromunu ilk gördüğümde de hissetmiştim. Sanki 5-10 yıl önce terk edilmiş gibi. Çevresi daha sonra Eyyubi döneminde surlarla çevrilip kaleye dönüştürülmüş.  M.S. 2. yy. 'dan kalma ve görülmesi gereken bir yapı. Akşam eski Şam'ı  ziyaret ettik Emeviye camisi ve Via Recta arasında kalan Hristiyan mahallesi hareketli, nargile kafeleri ve restoranları ile ışıl ışıl. Sabah 05:30'da İstanbul'a dönüş başladı.

Son söz; Suriye'nin mutlaka görülmesi gereken (özellikle tarih ve arkeoloji ile ilgiliyseniz) bir ülke olduğunu söyleyebilirim. Güvenli, ulaşımın ve yeme-içmenin ucuz, konaklamanın ülkeye göre pahalı ancak makul olduğu bir yer. Tarihi yapıları bize göre daha iyi korunmuş. İnsanın bireysel olarak da gidebileceği ve 1 haftada belli başlı tüm yerleri rahatça gezebileceği bir ülke. Biz biraz fazla kaldık siz bize bakmayın...



1 Aralık 2010 Çarşamba

Etik ve sorumluluk?

13 Kasım 2010 tarihinde Vatan Gazetesi'nde yayınlanan Tayfun Bayındır imzalı yazıyı okuduğumda üzüntü ve kızgınlıktı ilk hissettiklerim.
Yazının tamamına http://haber.gazetevatan.com/barosu-boyle-bitirdiler/340485/5/Spor dan ulaşabilirsiniz.

Üzüntü ve kızgınlığımın nedeni haberin başlığı dahil neresinden tutarsanız elinizde kalan bir içeriği olması ve neye hizmet ettiğini anlamam(am)dı. Açıklayayım;
1. Böyle bir haberin haberde adı geçen doktorların en az birinin haberi ya da bilgisi olmadan yapılmış olması pek mümkün değil. Yani hekimlerden biri hastasına ait hasta mahremiyetine giren bilgileri hastasının rızasını almadan bir gazeteci ile paylaşmış görünüyor. Sözde bu meslektaşlarım 'Ameliyat edilirse kaslarına yükleme olacak.Sakatlık ciddileşir' demişler ancak raporları ciddiye alınmamış. Bu arada 3 ay boyunca Baros tedavi edilmiş ve yarım devre oynayacak hale gelmiş. Bu meslektaşlarım imzalı olarak 'Baros’a Almanya’da girişimsel tedavi uygulanacağını ve kırık bölgesine vida takılacağını öğrendik. Doktoru ile temasa geçildi. Kendisinden yapacağı tedaviyle ilgili rapor istedik. Ancak bu raporu vermedi. Baros bu ameliyatı olursa fazla çalışmayan kas gruplarına aşırı yüklenme olacaktır. Bu ileride daha çok sakatlık yaşamasına neden olur. Bu ameliyata ihtiyacı kesinlikle yok. Türkiye’de kendisine verilen programa uygun çalışmalarını sürdürmelidir' demişler. Bu rapor dikkate alınmadığından Baros hala sakatmış.
Bu olayda adı geçen meslektaşlarımdan birisi olay olduğu tarihlerde Galatasaray Sağlık Kurulu Başkanı olarak görev yapıyordu. Bu durumda raporu ciddiye ve dikkate nasıl ve neden alınmadı? Böyle bir durumla karşılaşan kişi neden o görevde kalmayı sürdürdü ? Kaldı ki Baros metatars kırığı (ayak tarak kemiği) geçirdikten sonra tedavi edilirken madem durumdan ve gelişmeden memnundu neden Almanya'da kontrole gitme gereği duydu? Metatars kırığı nedeniyle 6 ay futbol oynayamayan bir futbolcunun varlığında sağlık ekibinin kendisini sorgulaması da gerekmez mi?

2. Haberde 'Ancak iddialara göre Arda Turan fıtık değil. Gerçek sakatlığı pubis. Ve sakatlığa göre tedavi uygulanması gerekiyor.' diyor. Sormak lazım 'kimin iddiasına göre?' diye. Akla haberde adı geçen meslektaşlarım geliyor. Üstelik haberde Arda'nın fıtık olmadığı ve 3 çeşit fıtık  (???) olduğu ve Arda'nın Türkiye'de konusunun uzmanlarına gösterilmeden yangından mal kaçırır gibi Almanya'da apar topar ameliyat edildiği söyleniyor.
Şimdi Arda'nın fıtık olup olmadığını Galatasaray Sağlık Kurulu ve onu muayene hekimler dışında kim bilebilir? Onun ameliyat olup olmaması gerektiğine herhalde Arda'nın kendisi doktorların verdiği bilgiler sonucunda karar vermiştir. Bu durumda 3. kişilere ne düşer? Onu da sizin anlayışınıza bırakıyorum. Bu 3 çeşit fıtık konusu da (kimin ifadesi ise) ayrıca yoruma muhtaç bir durum. Arda'nın 15 gün içinde sahalara dönememesine gelince; Arda'nın hem Osteitis pubis hem de kasık fıtığı sorununun bir arada olabileceği ve bu nedenle zaten 6-8 haftadan önce sahalara dönemeyeceği hiç akla gelmedi mi? Bu iki hafta ifadesini Galatasaray Sağlık Kurulu yetkililerinin ağzından duydunuz mu? Ben duymadım...

3. Son olarak Kewell ile Üstünel-Kurtoğlu ikilisinin başbaşa görüştüğü ve onu maç başı olarak sözleşmeye ikna ettiklerini yazmış sayın Bayındır. Açıkçası ne söyleyemeyeceğimi bilemedim! Ben sadece şunları sormak isterim;
Kewell Galatasaray'a transfer olurken olmayan hangi sorunu ortaya çıktı ki Kewell'ın bir sezon boyunca takımda sürekli yer alamaması sorun olmaya başlamış?,
kiminle hangi şartlarda sözleşme yapılacağı ve bu sözleşme görüşmelerine katılmak ne zamandan bu yana sağlık heyetinin görevleri arasındadır? Bu kadar sorumlu davranan sağlık heyeti üyeleri Kewell'ın ilk transferi zamanında da bu tutumu gösterseler de Kewell 1 sezon oynayarak 2 sezon para almasaydı keşke.

Olayın etik ve sorumluluk kısmına gelince;
1. Sporcular da insandır ve sağlık sorunları yaşarlar. Bu sağlık sorunları kendi rıza ve bilgileri olmadan kimseyle paylaşılmamalıdır. Bu konuda bir bilgi paylaşılırken de gazeteci sorumluluğu bilgiyi konuya vakıf olanlardan (bu durumda Galatasaray Sağlık Kurulu sorumlularından) teyit ettirmeyi gerektirmez mi?
2. Tıp doktorları işlerini yaparken sınırlarını ve görevlerini bilmelidir. Kendi görevlerini yerine getiremedikleri durumlarda da gereğini yerine getirmelidirler. Sınırlar hastalarının sağlık özellerini gazetecilerle paylaşmak ve sözleşme görüşmelerine girmeyi içermez.

Umarım herkesin daha sorumlu olduğu ve sınırlarını bildiği bir ortama en kısa sürede ulaşırız.