30 Aralık 2010 Perşembe

Sporda Dopingin Neden ve Niçinleri

Daha Karşıyaka'lı futbolcuların ve Fenerbahçe'li Diana Taurasi'nin doping haberlerinin çalkantıları sürerken bu kez de Gençlerbirliği'nden bir futbolcuda Galatasaray maçı sonrası yapılan kontrollerde yasaklı madde saptanması profesyonel sporda dopingin yaygınlığı açısından dikkat çekici bir durum.
Bu konudaki tartışmalar daha çok taraftarlık penceresinden ya da B numunesi sonuçları açıklanmadan sporcuların isimlerinin ortaya dökülmesi açısından cereyan ederken bu konunun altındaki dinamiklere eğilmek istedim.
Sporda özellikle profesyonel sporda yasaklı madde kullanımı çok yaygın, hatta sanıldığından çok daha yaygın bir sorun. Sporcular çeşitli nedenlerle yasaklı maddeler kullanıyorlar. Bu nedenleri şu başlıklar altında sıralamak mümkün;

  1. Sporcunun diğer sporcuların da bu maddeleri kullandıklarına inanmaları,
  2. Takım arkadaşları ve yöneticilerinden bu maddeleri kullanmaları yönünde gördükleri baskı,
  3. Sporcunun kazanma ama ne olursa olsun kazanmaya odaklanması ya da toplumda buna yönelik bir eğilim olması,
  4. Profesyonel sporda gittikçe artan maddi kazanç ve başarının maddi kazançla ödüllendirilmesi eğilimi,
  5. Profesyonel sporda sporcu desteği (supplement) adı altındaki ilaç ve benzeri maddelerin kullanımının giderek yaygınlaşması,
  6. Sporcuların profesyonel sporda giderek artan antrenman ve maç yüküyle baş etmekte zorlanması.


Burada özellikle supplementlere dikkat çekmek lazım. Bu konuda IOC ve HFL Sport Science (WADA lisanslı laboratuar)'nın yaptığı iki ayrı çalışma var: IOC destekli araştırmada 13 ülkede satılan ve hormon içermediği iddia edilen 634 beslenme desteğinin 15%'inde WADA tarafından yasaklanmış ve etiketlerinde beyan edilmemiş steroidler saptanmış. Diğer araştırmada ise 58 besin desteğinin 25%inde yasaklı steroid ve 11%inde yasaklı uyarıcı saptanmış. Yani sporcuların yaygın olarak kullandıkları besin destekleri (supplement) kesinlikle ama kesinlikle masum ve güvenilir değiller. Bu maddelerin kullanımının kulüpler ve sağlık ekipleri tarafından kontrol altına alınması gerekli görülüyor. Belki de sadece kulüplerin önerdiği (kontrolleri yapılmış ve güvenli olduğunu tespit edilmiş) maddeleri sporcularının kullanmasına izin vermeleri gibi bir düzenleme zaman içinde getirilebilir.

Doping sporda galiba her zaman olacak ancak bunun sınırlı ve münferit olaylar halinde kalmasını sağlamak gerekli. Bu da öncelikle eğitimden ve sıkı denetimden geçiyor. Ancak toplumda ve profesyonel spordaki bir şekilde kazanmak yönündeki eğilimi de göz ardı etmemeli. Bunun sporcu üzerinde yarattığı baskıları  törpülemek için de bir şeyler yapmak lazım galiba. Ama bu da bambaşka bir yazı konusu...



24 Aralık 2010 Cuma

Diana Taurasi ve Doping

Sonunda açıklamalar peş peşe gelmeye başladı ve Taurasi'nin A numunesinde yasaklı madde bulunduğu ve sporcunun da B numunesinin açılmasını talep ettiği ortaya çıktı. Bu süreç sonuçlanana kadar idari tedbirli olarak Türkiye Basketbol Federasyonu'nca müsabakalardan men edildiği de anlaşılmakta. Taurasi'de saptanan yasaklı madde Modafinil'miş.






Tüm bu yaşananları  açıklamak gerekirse;
1. Sporcuların spor yaşamlarının herhangi bir anında denetlemeye tabi tutularak idrar ya da kan örneği vermesi istenebilir ve bunu yerine getirmekle yükümlüdürler. Eğer örnek vermeyi ret ederlerse sonları Süreyya Ayhan gibi olur!.
2. Sporcular ulusal ya da uluslararası bir müsabaka sonrasında doping kontrol görevlileri tarafından genellikle rastgele (kura v.s. gibi) olarak seçilerek numune vermeleri istenir ve bu işlemin her anı görevliler tarafından kayıt altına alınır ve izlenir.
3. Alınan numune ikiye ayırılarak A ve B numunesi olarak ve üzerinde isim olmaksızın ancak numaralandırılarak poşetlenir ve doping kontrol formu ile beraber ulusal doping kontrol laboratuvarlarına gönderilir.
4. Numunenin kime ait olduğu ancak kontrol merkezindeki testler sırasında doldurulan formun kapatılmış isim kısmının görevli tarafından açılması ile ortaya çıkar.
5. A numunesinde yasaklı madde tespit edildiğinde bu sporcunun yarıştığı organizasyonun yetkililerine (burada Basketbol Federasyonu), sporcunun kulübü ve kendisine iletilir.
6. Bu aşamada sporcu durumu kabul edebileceği gibi B numunesinin açılmasını da isteyebilir.
7. B numunesinin sonucu alınana kadar sporcunun ve test sonuçlarının açıklanması kesinlikle yasaktır ve bir görev ihmalidir.
8. Sonuç yine pozitif çıkarsa sporcu için ceza kurullarının görev aldığı cezalandırma süreci başlar.

Bu durumda Taurasi'nin A numunesinde WADA (Dünya Anti-doping Ajansı)'nın her yıl yayınladığı Prohibited List (yasaklı madde ve metotlar listesi)' de müsabaka sırasında kullanımı yasaklı olan uyarıcılardan biri olan Modafinil saptanmıştır. Henüz B numunesi açılmadığı için süreç devam etmektedir. Bu süreçte hiç bir şekilde sızmaması gereken sporcunun adı ve saptanan yasaklı madde birileri tarafından basına sızdırılmıştır.

Sporcunun A numunesi sonucuna itiraz ettiği ve B numunesinin açılması talebi olduğu görülüyor. Eğer B numunesi de pozitif çıkarsa o zaman cezalandırma süreci başlayacak, sonuçta da eğer bunu tıbbi ya da mantıklı bir gerekçeye dayandıramazsa bedelini ödeyecek ve ceza alacaktır. Ama daha bütün bu süreç sonlanmadan sporcunun ve kullandığı iddia edilen maddenin adının ayyuka çıkması ayıptır. Bunun da bir sorumlusu olmalı ve bedelini ödemelidir.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Sporumuzun Doping Hali

Dün internet sitelerine ve gazetelere düşen Karşıyaka'lı iki futbolcuda doping testlerinin pozitif sonuç verdiği ve bu iki futbolcunun tedbirli olarak disiplin kuruluna sevk edildikleri haberinin detayı bence olay kadar önemliydi. Kimsenin ilgisini çekti mi bilmiyorum...





Milliyet Gazetesi internet sitesinde yer alan haberin detaylarında ' Farkında olmadan yasaklı madde içeren ilaç kullanan Tolga, bu hapları arkadaşlarına da verdi. Mustafa ve Barış'ın dışında bu ilacı başka oyuncuların da kullandığı bildirildi.' diyor. Aslında doping ile ilgili derslik ve ibretlik bir durum. Neden derseniz; Tolga içinde yasaklı madde bulunan bir ilaç kullanıyor, bu hatayı yaptığı yetmezmiş gibi bu ilacı diğer arkadaşlarıyla paylaşıyor sanki kendisi bu işte uzmanmış ya da bilgisi derinmiş gibi, diğer arkadaşları da kimseye danışmadan ve bilgi vermeden bunu kullanmakta sakınca görmüyorlar.

Bu olayı sadece bizim spor dünyamıza sınırlı bir şey olarak görmeyin! Örneğin daha geçen yıl NBA 'de Rashard Lewis içeriğinde anabolizan madde olan ve kendisinin sporcu desteği (supplement) olduğunu söylediği bir ilacı kullandığından 10 maç men cezası aldı. Bakın Lewis bu olaydan sonra ne demiş : “I hope this unintentional mistake will not reflect poorly on our team and its great character, I hope every athlete can learn from my mistake that supplements, no matter how innocent they seem, should only be taken after consulting an expert in the field ( Bu istem dışı hata umarım takıma kötü yansımaz, umarım her atlet benim hatamdan sporcu desteklerinin ne kadar masum görünseler de ancak bu alanda uzman biri danışıldıktan sonra alınması gerektiğini öğrenir).” Konunun tüm yönlerine vurgu yapan bundan daha güzel bir açıklama olamaz!!!

Yasaklı madde kullanımı sık rastlanan ve sonunda herkesin kaybettiği bir süreç aslında. Sporcu yakalanmazsa sağlığından yakalanırsa ekmeğinden olabiliyor, kulüp bir sporcusunu kaybediyor ya da bazen bizim Halter Milli takımına uygulandığı gibi müsabakalara katılımdan bile men edilebiliyor ve sporun toplum gözündeki saygınlığı zarar görüyor.

Karşıyaka Futbol Takımı özelindeki olaydan alınması gereken derslere gelince;
Her profesyonel futbol takımının bir sorumlu doktoru olmalıdır. Bu hekim sezon başında mutlaka ve sezon içinde de 1-2 kez mümkünse tüm sporcu ve teknik ekibe doping ile ilgili bilgileri içeren eğitim vermelidir. Bu eğitimde hiç bir ilaç ya da sporcu desteğinin ağızdan ya da başka yollarla sağlık ekibine sorulmadan kullanılmaması ve kullandırılmaması altı çizilerek tekrar tekrar belirtilmelidir.
Sporcular herhangi bir ilaç ya da desteği kullanmadan önce mutlaka takım doktoruna danışmalı ve onayını almalıdır. Kendi kullandıkları bir ilacı başkalarına teklif etmemelidirler. Sporcu desteği olarak kolayca bulunabilen ilaçların önemli bir kısmında yasaklı maddeler bulunabileceği tıbbi araştırmalarda gösterilmiştir. Bu konuda bu ilaçların üzerindeki etiketlere de güvenilmemelidir çünkü yasaklı maddelerin etiketlerde yazılmadığı da saptanmıştır.
Ayrıca doping numunesi alınma sürecinde sporculara son dönemlerde kullandıkları ilaçları beyan ederken gerçekleri saklamamasını ve hafızalarını zorlayarak tüm kullandıkları ilaç ve destek maddelerini bildirmelerini tavsiye ederim. Olası bir bir yasaklı madde saptanması durumunda alacakları cezayı azaltmakta çok faydası olacaktır.

Sporcuların daha dikkatli, yasaklı madde kullanımı ve bunun sonuçları hakkında daha çok bilgi sahibi olması ile bu tür durumlarla daha az karşılaşmayı diliyorum.

17 Aralık 2010 Cuma

Profesyonel Sporda Sağlık Hizmeti Yapılanması; böyle bir şey gerçekten var mı?

11.12.2010 tarihinde katıldığım NTVSpor televizyonundaki 'Yenilsen de Yensen de' programının konusu spor sakatlıkları idi. O gün 1,5 saate yakın bu konu konuşuldu ve genç taraftarların olaya ilgisi beni oldukça şaşırttı. Spor sakatlıklarının ve nedenlerinin bu kadar ilgi görebileceği hiç aklıma gelmemişti doğrusu.

Programda konuşulanlar ve katılımcıların tepkileri aslında ilgi açısından olayın ne kadar içinde bilgi açısındansa ne kadar dışında olduklarını göstermesi açısından ilginç bir deneyimdi.
Program katılımcılarından Stefano Marrone'nin sağlık yapılanmasında kulüpler içerisinde devamlılık olmadığı ve bunun sağlanmasının önemine işaret etmesi ve Dr. İsmail Başöz'ün kişisel fizyoterapist ve benzeri sporcuya özel danışmanların takım içerisinde sorun yaratabileceği ifadesi konuya kafa yoran biri olarak beni 'doğrusu nasıl olmalı ?' diye düşünmeye itti.

Öncelikle Stefano Marrone'ye bu konuda katılıyorum. Yani profesyonel spor kulüplerinin kendi spor ve egzersiz tıbbı organizasyonları olmalı. Bu yapı kurumsal bir organizasyona sahip ve sık değişikliklere uğramayan değişen her teknik direktör ya da kulüp yönetimiyle değişmeyen bir sistem olmalı. Bu yapının belirli bir bütçesi olmalı ve harcamaları kulüp tarafından karşılanmalı. Sevk ve idaresinden sorumlu olanlar yapılanların hesabını yönetimlere vermeli ve hataların da bedeli olmalı. Türkiye'de durum böyle değil; kulüpler sağlık organizasyon ve harcamalarını üzerlerine almayıp sponsorlara (genellikle özel sağlık kurumları) ve taraftarlık bağı ile bağlı oldukları yakın ilişkileri olan hekimlerin üzerine yıkmakta çok mahirler. İşlerin iyi gittiği durumda bu sistem işliyor görünüyor belki ancak bir sağlık sorunu ya da tıbbi hata ortaya çıktığında kimse sorumluluğu üzerine almıyor ve bedel ödemeye yanaşmıyor.


Ben eskiden bu yana profesyonel sporcuların (özellikle iyi para kazananların) sağlıktan, beslenmeye, psikolojik destekten basın ve halkla ilişkilere kadar profesyonel ve özel yaşamlarını ilgilendiren her konuda bedelini ödeyip hizmet ve danışmanlık satın alması gerektiğine inanıyorum. Kısa vadede belki yıllık kazançlarının 10-20%'i kadar  bedeller ödemeleri gerekse de profesyonel sporda kalış süresini kesinlikle uzatacağı için uzun vadede sporcuların yararına olacak bir durum bu. Ama ülkemizde böyle düşünen ya da arayışta olan bir sporcu olduğunu sanmıyorum. Harry Kewell'ın kişisel fizyoterapisti olması ve onunla çalışması oldukça ilgi uyandırmıştı hatırlarsanız. Aslında Kewell doğrusunu yapıyor ve bedelini ödeyerek kendi spor yaşamını uzatıyor. Buna kim ne diyebilir diye düşünürdüm ama Dr. İsmail Demiröz'ün söylediğine göre bu diğer sporcular için problem olabiliyor. Bunun çözümü bu tür hizmetlerin antrenman ve maçların dışında kalan kendilerine özel zamanlarda alınması, o zaman kimsenin söyleyecek sözü kalmaz.

Hep söylüyorum profesyonellik algımızda sorun var. Hem spor kulüplerimiz, hem sporcularımız hem de (çuvaldızı kendimize de batıralım) sağlık profesyonellerimizin profesyonelliği sadece para kazanmak olarak algılamaması, profesyonelliğin bazen kariyer için para harcamayı da gerektirdiğini hatırlamasını diliyorum.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Akut Spor Yaralanmalarında İlk Müdahale

Bugün spor yapan herkesin bilmesi gereken ve öğrenirse daha sağlıklı ve mutlu bir spora katılım sağlayacağına inandığım akut spor yaralanmalarına ilk müdahale prensiplerini sizinle paylaşmaya çalıştım.
Spor sakatlıklarını iki gruba ayrılabilir; akut spor yaralanmaları ve aşırı kullanma ya da yüklenmeye bağlı spor yaralanmaları. Akut spor yaralanmaları burkulma, zorlanma gibi durumlarla darbeye bağlı yaralanmaları içerir. Bu tür yaralanmalarda ilk müdahale çok önemlidir ve sakatlığın iyileşme sürecindeki en kritik dönemdir. Bu nedenle yaralanmadan sonraki ilk 48-72 saatte sporcuların ve sporcuya sağlık konusunda destek verenlerin neyin nasıl yapılacağını bilmeleri büyük önem taşır.


Akut yaralanma sonrası yapılacak olan uygulamalar PRİCE  kısaltması ile ifade edilir. PRİCE İngilizce Protection (koruma), Rest (istirahat),Ice(buz uygulaması),  Compression (bandajlama), Elevation (yükseltme) sözcüklerinin baş harflerinden oluşan bir terimdir.

Koruma: sakatlık sonrası sakatlık olan bölgeye yük vermeyi engelleyici uygulamaları ifade etmek için kullanılır. Örneğin ayak bileği burkulmalarında koltuk değneği kullanımı gibi.
İstirahat: sakatlık sonrası ilk dönemde meydana gelen kanama ve şişmeyi kontrol altına alabilmek için sakatlık bölgesini istirahate almak gereklidir; omuz için omuz askısı kullanılması ya da ayak bileği yaralanmalarında yürümenin kısıtlanması gibi.
Buz uygulaması: akut yaralanmalar sonrası meydana gelen kanama ve şişmeyi kontrol altına almada çok önemlidir ve yaralanma sonrası en kısa sürede başlanmalıdır. Her iki 2 saatte bir 20 dakika ile ilk 48-72 saat uygulanması hem ağrının kontrolünde hem de sonrasındaki rehabilitasyonun kolay geçmesinde büyük önem taşır. Hafif nemli bir havlu ile sarılmış buz torbası ya da soğuk jel torbaları (coldpack) ile uygulanmalıdır.
Bandajlama: Buz uygulamasının beklenen etkiyi ortaya çıkarması en az 20 dakika süreceği için özellikle yaralanmadan hemen sonra buz uygulaması mutlaka elastik bandajla sarılarak yapılmalı ve sonrasında buz uygulaması dışında da devam edilmelidir. Akut yaralanmalarda şişliği kontrol altına almak sonraki iyileşme sürecinde büyük önem arz eder ve elastik bandaj uygulaması bu açıdan çok etkilidir. Bandajlama yaralanan bölgenin aşağısından başlayarak yaralanmanın üzerine doğru ve çapraz olarak yapılmalıdır.
Elevasyon (yükseltme): Yine kanama ve şişmeyi kontrol altına almak için yapılan bir uygulamadır. Temel olarak yaralanma bölgesinin kalp hizasından daha yüksekte tutulması olarak tanımlanabilir. Ayak bilek ya da diz yaralanmalarında bacağın 1-2 yastıkla yükseltilmesi buna örnek verilebilir.

Sporcular ve spor sakatlıkları ile ilgilenenler hiç bir yaralanmayı hafife almamalıdır. Özellikle profesyonel sporda yaşanan her sakatlığı sağlık ekibi ile paylaşmak en kritik 48-72 saatlik sürenin boşuna geçirilmemesi açısından hayati önemdedir. Bu sürenin kötü kullanılması daha büyük ve çözümü zor sorunlara yol açabilir.

7 Aralık 2010 Salı

Suriye Gezisi Notları (23 Ekim-2 Kasım 2010)

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın vasıtasıyla bir Fransız arkadaş grubuna takılıp kapsamlı bir Suriye gezisi yapma şansını yakaladım. Bu geziye ait izlenimlerimi ve çektiğim bazı fotoğrafları burada paylaşmak istedim. Her ne kadar blogun ana teması ile hiç bir ilgisi olmasa da bunları paylaşabileceğim başka mecra olmadığı için burada beğeninize sunuyorum.
Geziyi bizim gezi planımıza uygun bir kronolojide sunmayı planladım ve öyle de yaptım. Hadi buyurun...

                                                                                                  
                                              Şam Emeviye (Umayyad) Camisi

23 Ekim 2010: Sabah 7:00 uçağı ile İstanbul Atatürk Hava Limanı Şam Uluslararası Havaalanı uçuşumuza başladık. Şam'a indiğimizde saat 08:55'ti. Şam Havaalanı bizim Kayseri Havaalanından belki az büyükçe ama daha eski bir havaalanı. Bu arada bunca seyahat ederim ilk kez bir ülkeye girişte bavulların X-ray cihazından geçirildiğini gördüm, ilginç...  Eğer bireysel bir şekilde seyahat ediyorsanız; Şam Havaalanı'ndan şehre taksi ulaşımı sadece bir şirket tarafından sağlanıyor ve fiyatı değişken :)). Biz ilk indiğimizde Saydnaya'ya -Şam'ın kuzeyinde 40 km. mesafede- 80 dolar karşılığı Suriye poundu (1 USD yaklaşık 46 SP ve 1 Euro 64 SP ediyor) talep ettiler. Havaalanının dışına çıkıp biraz dolanınca aynı şirketin kapıdaki değnekçisi önce 60 dolar sonra 50 dolar istedi. Saydanaya Şam'dan yüksekte nispeten daha yeşil ve Hıristiyanlar açısından çok önemli olan Bakire Meryem Kilisesi ile ünlü bir kasaba. Bu kilisede Hz. Meryem ve Hz. İsa'nın sürekli yağ sızdıran ve sızan yağın mucizelere neden olduğuna inanılan ikonası kilit altında tutuluyor. Kilise MS 500'lü yıllarda İmparator Justinianus tarafından yaptırılmış.
     
                                                                           
                                Dharkam Boutros’un İnci Dükkanı                                 

24 Ekim 2010: Bugün tüm gün eski Şam'ı gezdik. Suriye Ulusal Müzesi mutlaka gezilmesi gereken ve Suriye topraklarında yaşamış uygarlıkları göz önüne seren bir müze. Ancak eski ve çok iyi bir sunumu yok açıkçası. Daha sonra Bab Şarki (doğu kapısı)'den başlayarak eski şehri gezdik. Bab Şarki'den başlayan ve eski adı Via Recta olan-şu anda adı Mithat Paşa Caddesi-  cadde sizi sağa sola ayrılan sokakları ile eski şehirde her yere ulaştırıyor.  Hemen sayılabilecek uğrak yerleri başta muhteşem Emeviye (Umayyad) Camisi olmak üzere Hamidiye Çarşısı, Al-Azeem Sarayı, Selahaddin Eyyubi Türbesi ve Türk Hava Şehitliği. Bunlar birbirine 5'er dakikalık yürüme mesafesindeler. Emeviye (Umayyad) Camisi Şam'daki en görkemli eser 705 yılında yapımına başlanmış ve özellikle ana giriş kapısı süslemeleri ile muazzam. İçinde Hazreti Yahya'nın (Vaftizci Yahya) başının bulunduğuna inanılan türbesi ile hem Hristiyanlar hem de Müslümanlarca kutsal bir yer.  Caminin minarelerinden biri de Selçuklular tarafından yaptırılmış. Umayyad Camisi'nin dış (avlu)  kapısına sırtınızı döndüğünüzde sol köşede Dharkam Boutros'a (kendisini Türklere Tarkan ve yabancılara Peter diye tanıtıyor) ait inci dükkânı var. Özellikle bayanların ya da eşlerine armağan almak isteyen beylerin mutlaka uğramasını tavsiye ederim. Fiyatları gerçekten uygun ve çeşit bol... Onun hemen sol tarafında 100 metre ileride Hamidiye Çarşısı (adı burayı yaptıran ve onartan 1. ve 2. Abdülhamid'den geliyor) var. Burada girişin 200 metre kadar aşağısında sol tarafta Suriye'nin en ünlü dondurmacısı Bektaş (Baktash) Dondurma ve tatlıcısı buluyor. Dondurmaları fena değil tatlıları bizimkilerin yanına yaklaşamaz. Denemekte fayda var... Emeviye Camisi'nin hemen sol tarafında Selahaddin Eyyubi türbesi ve ilk Türk hava şehitlerinin mezarları var. Bab Şarkı'nin hemen sağ tarafındaki ilk sokaktan gidildiğinde Saint Ananias'ın evi ve kilisesine ulaşılıyor. Saint Ananias Hristiyan tarihinde çok önemli yeri olan ve Hristiyanlığı yaygınlaştıran kişi olarak sayılabilecek Saint Paul'u vaftiz eden kişi ve bunu bu kilisede yaptığına inanılıyor. Kilise MS. 1. yüzyıla tarihleniyor.
Akşam Via Recta üzerinde yemek yedik. Yemekler güzel ancak içecekleriniz de dahil mutlaka her şeyin fiyatını sorun (vergi dahil olarak) çünkü sonradan o fiyat vergi hariçti v.s. gibi açıklamalar duyup şaşırabilirsiniz.

                            
                                                     Crac De Chevaliers

25 Ekim 2010: Bugün sabah Şam'dan hareket edip akşam Latakya (Lazkiye)'ya ulaşacak şekilde erkenden yola çıktık. Hedefte Crac de Chevaliers ve Tartus var. Crac de Chevaliers 11. yüzyıl sonu ve 12. yüzyıl başına tarihlenen bir Haçlı Kalesi ve çok iyi korunmuş. Kalenin önünden devam edip 200 metre kadar gittiğinizde çok iyi panoramik fotoğraf alabileceğiniz bir mevki var, öneririm. Kale çok iyi organize olmuş ve kendi su kaynakları ile yiyecek saklama sistemleri olan bir kale. Yapılırken uzun süreli kuşatmalara dayanacak şekilde planlanmış. Gerçekten de Selahaddin Eyyubi bu kaleyi kuşatmasına rağmen alamadan Selahaddin Kalesine devam edip orayı ele geçirmiş.
Tartus ve Latakya Suriye'nin Akdeniz kıyısındaki liman kentleri. Tartus Kilisesi Hıristiyanlar açısından önemli, şu anda müze olarak kullanılıyor. Tartus ancak vakit bol ise görmenizi önereceğim bir yer; eski şehrin deniz tarafından güzel resim vermesi ve kilisesi dışında ilgi çekici bir yönü olduğunu düşünmüyorum. Latakya büyük bir Akdeniz kenti. Caddeleri hareketli, sahile inen yollardan birinde modern bir restoranda yemek yedik, sahiplerinden biri iyi Fransızca konuşan genç bir bayandı. Latakya'da kaldığımız otel Suriye'de konakladığımız otellerin en kötüsüydü, bizim Aksaray-Laleli civarındaki otellerimize benziyor. 

26 Ekim 2010:
Sabah erken kalkıp Ugarit'e vardık. Ugarit Latakya'ya 20 km. mesafede Finikelilerin başkenti olan kent. M.Ö. 3. ve 2. bin yıllar arasında çok önemli bir merkezmiş. İlk alfabenin ve müzik notalarının kullanıldığı yer olarak dünya tarihinde önemli bir yeri var. O dönemde tüm dünya ile ticaret gemileri aracılığıyla büyük bir ticaret ağı kurmayı başarmışlar, hatta Kristof Kolomb'dan 2000 yıl önce Amerika kıtasına ulaştıkları iddia ediliyor. Brezilya sahillerinde Ugarit Alfabesi ile yazılmış ve 12 erkek ve 3 kadının gemi ile karaya çıktıklarını bildiren bir taş bulunmuş. Bu arada Suriye'de özellikle kuzeyde her yerde nar suyu sıkılıp tezgahlarda satılıyor, çekinmeden içebilirsiniz. Suriye'de 950.000 kök nar ağacı bulunmaktaymış. Ugarit Harabeleri'nin kapısında bile 2-3 yerde satılıyor.
Ugarit'ten yola çıkıp Suriye Alpleri diyebileceğimiz dağları aşıp Salahaddin Kalesi'ne vardık. Selahaddin Kalesi Crac de Chevalier'e göre daha kuzeyde, daha büyük ama daha az korunmuş bir Haçlı kalesi, vakit varsa görmekte fayda var.
Buradan Apamea'ya geçtik. Apamea halen kazı çalışmaları süren ve özellikle M.S. 2. yüzyıl civarında çok önemli olan bir merkez. Şu anda sadece yaklaşık 1200 sütun bulunan ana caddesi açığa çıkarılmış ancak o bile etkileyici. Kıyaslamak açısından söyleyeyim Efes'in ana caddesi 1800 metre uzunluğunda.. Gece Hama'da güzel sayılabilecek eski bir konaktan dönüştürülmüş bir butik otelde kaldık. Hama çok tutucu bir yer ve oteller dahil hiç bir yerde içki satılmıyor.
                   
                                                   Su Değirmenleri -Hama

27 Ekim 2010: Sabah Hama'da küçük bir şehir turu yaptık. Hama tarih öncesinden bu yana su değirmenleriyle ünlü, gerçekten irili ufaklı(en büyüğünün çapı 20 metreden fazla) çok sayıda değirmen var. Ayrıca Hama Suriye'de dokumacılığı ile de ünlü, fiyatlar göreceli ucuz ancak kaliteleri tatmin edici olmayabilir. Hama'da yola çıkıp Halep'e doğru kuzeye çıkmaya başladık. Yol üzerinde Murat Paşa Hanı'nda bulunan Al Ma-arra Mozaik Müzesi'ne uğradık. Mozaikler gerçekten etkileyici, yerde bulunan ve gayet iyi durumdaki bir tanesini adımlarımla ölçtüm; yaklaşık 20 metre uzunluğunda ve 3 metre genişliğindeydi!!! Burada özellikle Herkül mozaikleri ve aslanın ceylan avlamasını betimleyen mozaik çok etkileyici. Hama ile Halep arasında Bizans döneminden kalma ve özellikle 9. yüzyıldan başlayıp her yüzyılda ortaya çıkan büyük depremlerden etkilenerek terk edilmiş şehirler var; Ölü şehirler-Dead Cities. Sergilla bunların içinde büyük ve iyi korunmuşlarından biri. Özellikle otel-hamam kompleksi ve lüks villası ile görülmesinde fayda var. Al-Bara ise M.S. 8. yüzyıldan 1970'li yıllara kadar kullanılmış ve halen iyi durumdaki zeytinyağı üretim tesisi ve Bizans döneminden kalma piramit mezarlarıyla görülmeye değer. Gece Halep'e ulaştık ve Hristiyan bölgesi El-Jedidah'taki eski Bağdat Tren istasyonunun yakınındaki Park Otel'e yerleştik. Otel oldukça iyi ve temiz. Üç gece kalacağız ve ilk gece için yakındaki Cordoba Restoran'a gittik Mekanın sahibi Hırak isimli Ermeni bir gençti ve Kilis'ten göçmüşler. Hırak çok iyi Türkçe konuşuyor ve ticaret için sık sık İstanbul'a geldiğini söylüyor. Halep'te yaklaşık 200-250 bin Hristiyanın yaşadığını öğreniyorum Hırak'tan. Yönetimin Hristiyanları kolladığı ancak aralarında yönetimin Hristiyanların hayatlarına Hristiyanların da politika ile yönetime karışmaması gibi bir yazılı olmayan anlaşma olduğunu hissine kapıldım sohbet sırasında. Restoranda yemekler Suriye'nin genelindeki iyi restoranların hepsinde olduğu gibi iyi ve göreceli olarak ucuz.  
                                                        Halep Kalesi

28 Ekim 2010:  Bugünü Halep şehir turu ile geçirdik. Halep deyince ilk akla gelen yer Halep Kalesi. Halep Kalesi kısmen yapay bir tepe üzerinde (şehirden yaklaşık 50 metre yüksek) kurulmuş ve yarı Eyyubi yarı Memluk yapısı diyebileceğimiz bir eser. Özellikle bir iyi-kötü şans betimlemesi olan at nalı işlemeli kapıları benim çok hoşuma gitti. İçinde ayrıca saray, büyük ve küçük camileri ile görülmesi gereken bir Unesco Dünya Kültür Mirası. Kalenin hemen önünde birçok kervansaray var,  bugün için çoğunda turistik eşya satan dükkanlar var. Kaleye sırtınızı döndüğünüzde 100 metre ileride sağda Halep'in en büyük çarşısı (kapalı çarşı) aşağıya doğru uzanıyor. Burada baharat, takı ve özellikle Halep Sabunu (zeytinyağından) satılıyor. Halep sabununun içerdiği zeytinyağı oranına ve yaşına göre fiyatı değişiyor. Ben kilosu 300 Suriye poundu (yaklaşık 5 euro) ve 450 suriye poundu olan iki tür sabundan aldım. Açıkçası alacak (hele Türkiye'den gidiyorsanız) çok fazla bir şey de yok. Kapalıçarşının sağ tarafına doğru sokaklardan Halep Umayyad (Emeviye) Camisi'ne ulaşılıyor. Şam Umayyad Camisi ile aynı dönemlerde yapılmış ve başlangıçta aynı boyutta iken sonra küçültüldüğü söylenen ona göre çok daha sade tek minareli bir cami Halep'teki. Halep'in Hristiyan Mahallesi güzel ve butik otellerle, iyi restoranlarla bezeli. Biri açıkçası beni büyüledi, Dar Zamaria pek çok eski evin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir otel, içinde güzel bir restoranı da var. Yemekler Halep'te de güzel ve bizim damak zevkine yakın. Tüm Suriye'de masada mutlaka iyi bir humus oluyor.
29 Ekim 2010: Bugün St. Simeon Kale/Kilisesi ve Ain Darra tapınağını ziyarete ayırmıştık. St. Simeon 5. yüzyıldan kalma ve Hristiyanlık için önemli bir merkez. Eski dönemlerde Hristiyanlar için haç yolunda önemli bir uğrak yeriymiş. Bir birleştirici kilise olarak kabul edilirmiş; gerçekten de içinde tüm haç tipleri (Latin, Roma, Malta, Grek v.s.) duvarlara işlenmiş. Kilise aslında 4 ayrı kiliseden oluşuyor ve ortasında St. Simeon'un üzerinde ibadet ettiği ve konuşma yaptığı sütunun bir kısmı hala duruyor.  Biraz ileride vaftizhanesi var. St. Simeon Türkiye sınırına 20-30 kilometre mesafede. Kale olarak adlandırılması çok sonraları Haçlılar döneminde etrafının surlarla çevrilerek kaleye dönüştürülmesi yüzünden.
Ain Darra tapınağı ise muhtemelen geç dönem Hititler'den kalma ve M.Ö. 1000-800 yılları arasına tarihleniyor. Özellikle tepeye çıkar çıkmaz sizi karşılayan ve sanki dün yapılmış gibi duran büyük aslan heykeli ile tapınağın girişindeki Tanrı'nın ayak izleri çok etkileyici.
30 Ekim 2010: Bugün Halep şehrinden güneydoğuya doğru giderek Suriye yarı çölünü geçerek Palmyra'ya ulaştık. Yolda Esat Baraj Gölü'ne de uğradık. Özellikle Halep'in doğusunda toprak çok verimli ve birçok da petrol kuyusu var. Palmyra çölün girişinde bulunan, özellikle M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda zirveye çıkmış bir ticaret kenti. Meşhur kraliçe Zenubia'nın şehri. Şehre biraz yukarıdan bakan Arap Kalesi'nden çok güzel görünüyor. Bu kaleden çölde batan güneşi izlemek ve fotoğraflamak da güzel.
         
                                                              
                                   Palmyra (Arap Kalesinden Görünüm)

31 Ekim 2010: Geceyi Palmyra Dedeman Hotel'de geçirdik Suriye'de kaldığımız en büyük ve aynı zamanda en pahalı otel. Suriye'nin hiç bir yerinde kahve için 5 euro istememişlerdi. Palmyra özellikle Bel Tapınağı, tiyatrosu ve sağlı sollu çok sayıda sütun ile- tetrapilona ulaşan- başlangıcında Septimus Severus zamanına tarihlenen zafer takı olan caddesi ile ama hepsinden daha önemlisi etkileyici kule ve yer altı mezarları ile nefes kesici. Bell Tapınağı bu coğrafyada o döneme ait (MS. 1. yüzyıla tarihleniyor) en büyük ve en önemli tapınak olarak kabul ediliyor. Çok büyük ve ortasında o dönemde kutsal rahiplerden başkasının giremediği kutsal tapınağı (içindeki 30 ton civarında gelen mermer tavana dikkat!!!) ile mutlaka görülmeli. Mimar ve inşaatçıların özellikle avludaki köşe sütunlarına dikkat etmelerini öneririm. Mezarlar ise tavan süslemeleri, her bir katta adeta raf sistemi ile çok sayıda insanın gömüldüğü ve her mezarın o insanın maskı ya da daha büyük heykelleri ile kapatıldığı etkileyici yapılar. Maskın üzerinde ayrıca ölülerin isimleri, 'üzgünüz' gibi ifadeler de bulunuyor. Palmyra Müzesi'ni de görmek gerekiyor. Özellikle mumyaları ve mezar başları ilgi çekici.
1 Kasım 2010: Bugün Palmyra'dan ayrılıp Suriye'yi güneybatıya doğru geçip Maalula'ya ulaştık. Maalula Hz. İsa'nın konuştuğu ve dua ettiği dil olan Arami Dili'nin halen konuşulduğu 3 köy'den biri. Şam'a 40 km. uzaklıkta ve ilk gördüğümde içimden 'Kapadokya çok benziyor' dedim. İlk yasal kilise olan St. Sergios ve St. Bakhos kilisesi ile ilk Hristiyan azize olarak kabul edilen St. Takla (St. Claire)'nın mezarı da burada. Geceyi
Saydnaya Sheraton'da geçirdik.  
                                                              Maalula

2 Kasım 2010: Bugün Şam'ın 120 km. kadar  güney batısında bulunan ve dünya'nın en iyi korunmuş Roma tiyatrosu olarak kabul edilen Busra tiyatrosunu görmek için yola düştük. Şam'ın güneyinde 4-5 adet yeni kurulmuş özel üniversite var ve yol bunların arasından geçiyor. Biraz ilerisi Ürdün. Toprak burada da inanılmaz verimli. Busra Tiyatrosu çok etkileyici, merdivenlerden aşağıya ilk baktığımdakine benzer bir hissi Afrodisias Hipodromunu ilk gördüğümde de hissetmiştim. Sanki 5-10 yıl önce terk edilmiş gibi. Çevresi daha sonra Eyyubi döneminde surlarla çevrilip kaleye dönüştürülmüş.  M.S. 2. yy. 'dan kalma ve görülmesi gereken bir yapı. Akşam eski Şam'ı  ziyaret ettik Emeviye camisi ve Via Recta arasında kalan Hristiyan mahallesi hareketli, nargile kafeleri ve restoranları ile ışıl ışıl. Sabah 05:30'da İstanbul'a dönüş başladı.

Son söz; Suriye'nin mutlaka görülmesi gereken (özellikle tarih ve arkeoloji ile ilgiliyseniz) bir ülke olduğunu söyleyebilirim. Güvenli, ulaşımın ve yeme-içmenin ucuz, konaklamanın ülkeye göre pahalı ancak makul olduğu bir yer. Tarihi yapıları bize göre daha iyi korunmuş. İnsanın bireysel olarak da gidebileceği ve 1 haftada belli başlı tüm yerleri rahatça gezebileceği bir ülke. Biz biraz fazla kaldık siz bize bakmayın...



1 Aralık 2010 Çarşamba

Etik ve sorumluluk?

13 Kasım 2010 tarihinde Vatan Gazetesi'nde yayınlanan Tayfun Bayındır imzalı yazıyı okuduğumda üzüntü ve kızgınlıktı ilk hissettiklerim.
Yazının tamamına http://haber.gazetevatan.com/barosu-boyle-bitirdiler/340485/5/Spor dan ulaşabilirsiniz.

Üzüntü ve kızgınlığımın nedeni haberin başlığı dahil neresinden tutarsanız elinizde kalan bir içeriği olması ve neye hizmet ettiğini anlamam(am)dı. Açıklayayım;
1. Böyle bir haberin haberde adı geçen doktorların en az birinin haberi ya da bilgisi olmadan yapılmış olması pek mümkün değil. Yani hekimlerden biri hastasına ait hasta mahremiyetine giren bilgileri hastasının rızasını almadan bir gazeteci ile paylaşmış görünüyor. Sözde bu meslektaşlarım 'Ameliyat edilirse kaslarına yükleme olacak.Sakatlık ciddileşir' demişler ancak raporları ciddiye alınmamış. Bu arada 3 ay boyunca Baros tedavi edilmiş ve yarım devre oynayacak hale gelmiş. Bu meslektaşlarım imzalı olarak 'Baros’a Almanya’da girişimsel tedavi uygulanacağını ve kırık bölgesine vida takılacağını öğrendik. Doktoru ile temasa geçildi. Kendisinden yapacağı tedaviyle ilgili rapor istedik. Ancak bu raporu vermedi. Baros bu ameliyatı olursa fazla çalışmayan kas gruplarına aşırı yüklenme olacaktır. Bu ileride daha çok sakatlık yaşamasına neden olur. Bu ameliyata ihtiyacı kesinlikle yok. Türkiye’de kendisine verilen programa uygun çalışmalarını sürdürmelidir' demişler. Bu rapor dikkate alınmadığından Baros hala sakatmış.
Bu olayda adı geçen meslektaşlarımdan birisi olay olduğu tarihlerde Galatasaray Sağlık Kurulu Başkanı olarak görev yapıyordu. Bu durumda raporu ciddiye ve dikkate nasıl ve neden alınmadı? Böyle bir durumla karşılaşan kişi neden o görevde kalmayı sürdürdü ? Kaldı ki Baros metatars kırığı (ayak tarak kemiği) geçirdikten sonra tedavi edilirken madem durumdan ve gelişmeden memnundu neden Almanya'da kontrole gitme gereği duydu? Metatars kırığı nedeniyle 6 ay futbol oynayamayan bir futbolcunun varlığında sağlık ekibinin kendisini sorgulaması da gerekmez mi?

2. Haberde 'Ancak iddialara göre Arda Turan fıtık değil. Gerçek sakatlığı pubis. Ve sakatlığa göre tedavi uygulanması gerekiyor.' diyor. Sormak lazım 'kimin iddiasına göre?' diye. Akla haberde adı geçen meslektaşlarım geliyor. Üstelik haberde Arda'nın fıtık olmadığı ve 3 çeşit fıtık  (???) olduğu ve Arda'nın Türkiye'de konusunun uzmanlarına gösterilmeden yangından mal kaçırır gibi Almanya'da apar topar ameliyat edildiği söyleniyor.
Şimdi Arda'nın fıtık olup olmadığını Galatasaray Sağlık Kurulu ve onu muayene hekimler dışında kim bilebilir? Onun ameliyat olup olmaması gerektiğine herhalde Arda'nın kendisi doktorların verdiği bilgiler sonucunda karar vermiştir. Bu durumda 3. kişilere ne düşer? Onu da sizin anlayışınıza bırakıyorum. Bu 3 çeşit fıtık konusu da (kimin ifadesi ise) ayrıca yoruma muhtaç bir durum. Arda'nın 15 gün içinde sahalara dönememesine gelince; Arda'nın hem Osteitis pubis hem de kasık fıtığı sorununun bir arada olabileceği ve bu nedenle zaten 6-8 haftadan önce sahalara dönemeyeceği hiç akla gelmedi mi? Bu iki hafta ifadesini Galatasaray Sağlık Kurulu yetkililerinin ağzından duydunuz mu? Ben duymadım...

3. Son olarak Kewell ile Üstünel-Kurtoğlu ikilisinin başbaşa görüştüğü ve onu maç başı olarak sözleşmeye ikna ettiklerini yazmış sayın Bayındır. Açıkçası ne söyleyemeyeceğimi bilemedim! Ben sadece şunları sormak isterim;
Kewell Galatasaray'a transfer olurken olmayan hangi sorunu ortaya çıktı ki Kewell'ın bir sezon boyunca takımda sürekli yer alamaması sorun olmaya başlamış?,
kiminle hangi şartlarda sözleşme yapılacağı ve bu sözleşme görüşmelerine katılmak ne zamandan bu yana sağlık heyetinin görevleri arasındadır? Bu kadar sorumlu davranan sağlık heyeti üyeleri Kewell'ın ilk transferi zamanında da bu tutumu gösterseler de Kewell 1 sezon oynayarak 2 sezon para almasaydı keşke.

Olayın etik ve sorumluluk kısmına gelince;
1. Sporcular da insandır ve sağlık sorunları yaşarlar. Bu sağlık sorunları kendi rıza ve bilgileri olmadan kimseyle paylaşılmamalıdır. Bu konuda bir bilgi paylaşılırken de gazeteci sorumluluğu bilgiyi konuya vakıf olanlardan (bu durumda Galatasaray Sağlık Kurulu sorumlularından) teyit ettirmeyi gerektirmez mi?
2. Tıp doktorları işlerini yaparken sınırlarını ve görevlerini bilmelidir. Kendi görevlerini yerine getiremedikleri durumlarda da gereğini yerine getirmelidirler. Sınırlar hastalarının sağlık özellerini gazetecilerle paylaşmak ve sözleşme görüşmelerine girmeyi içermez.

Umarım herkesin daha sorumlu olduğu ve sınırlarını bildiği bir ortama en kısa sürede ulaşırız.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Çok Üzgünüm Ama Çok

Çok üzgünüm ama çok. Bu topraklarda tıpkı Uğur Mumcu'yu, Ahmet Taner Kışlalı'yı ya da Hrant Dink'i barındırmadığımız gibi bir güvercini daha tutamadık bünyemizde, sahip çıkamadık Frank Rijkaard'a. Şimdi yerine şahin mi şahin biri geliyor. Çok ama çok üzgünüm, tek tesellim Frank Rijkaard ve Johann Neeskens'in ölmeden bu topraklardan ayrılıyor olmaları...
Benim de futbol ve taraftarlıkla ilgili içimdeki son kırıntılar da ufalanıp gidiyor galiba...
Hoşçakal Rijkaard ve Neeskens, burada bulunup futbolumuza değer kattığınız ve çabalarınız için teşekkürler. Bu topraklarda en azından hala güzel atasözlerimiz var : altın yere düşmekle pul olmaz...

12 Ekim 2010 Salı

Başarısızlığa Kılıf Yetmedi mi?

Dün geceki Azerbaycan maçı sırasında ve sonrasında yaşananlar bana 'artık yetmedi mi?' dedirtti. Rıdvan Dilmen bir çok kez sahanın kötü olduğunu ve kendisinin de çıkıp zemini incelediğini, beğenmediğini söyledi. Bugün Fanatik Gazetesi'nin maç başlıklarından biri 'zemin çok kötüydü' şeklinde. Servet ise maç sonrası 'çok talihsiz bir  gol yedik' dedi.

Şimdi bu maç sonrası adam olana sormazlar mı ; 'Bu sezon başından bu yana İnönü Stadı'daki maçlar, Bucaspor-Galatasaray ve Karabük-Galatasaray maçları Premier League'i andıran zeminlerde oynandı da biz mi görmedik' diye? Ya da Servet'e sormak lazım ' Belçika maçında yediğimiz goller ve kulüp takımlarımızın yediği goller birbirinin karbon kopyası şeklinde duran top sonrası geliyorsa talihsizlik bunun neresinde?' diye.

Bir sorunu çözmek için önce doğru soruyu sormak lazım; 'Biz neden her maça Almanya ya da İspanya gibi (sakat ve cezalılar dışında) aynı onbirle başlayıp maçta kollektif bir çaba sergileyemiyoruz?' --aslında cevap sorunun içinde-.
Ya da daha basitçe 'saha bir bizi mi etkiliyor ve talihsizlik hep bizi mi buluyor?'. Ya da değeri 100 milyon euroya yaklaşan bir grup insan sahaya çıkıp nasıl böyle bir şey-kusura bakmayın buna futbol diyemiyorum- sergileyebiliyorlar.

Lütfen bırakalım ' biz iyi bir takımız' ve 'günümüzde olduk mu herkesi yenebiliriz' safsatalarını, profesyonel takım sporlarında gününde olmak diye bir kavram olamaz. Takım olmak bir organizasyon ve ortak bilinç oluşturma işidir. Bu da takımı oluşturan tüm bireylerin çabasını ve katkısını gerektirir. Sonuçta da gününde olmayan bireylerin perfoırmans açısından problem oluşturması en aza indirgenmiş olur. Takım sporlarında tekrarlanan hataların talih ile ilgisi yoktur ancak çalışma, yaptığın işe saygı duyma ve organize olmak ile ilişkisi vardır. Sorun hep söylediğim gibi profesyonellik kültürümüzün olmamasında. Bunu kazanmak da uzun zaman gerektirir maalesef. Bir sorunun çözümünün ilk adımı sorunun farkında olmaktır ki yukarıda verdiğim örnekler henüz o aşamada olmadığımızı gösteriyor.

8 Ekim 2010 Cuma

Arda Turan'dan Sonra Sporcu Sağlığı

Artık her ne olduysa oldu. Arda Turan Osteitis Pubis tanısı ile Almanya maçı ve sonrasında bir süreliğine futbolumuzda olmayacak. Bu konu ile ilgili pek çok şey söylendi ve yazıldı,
Arda Turan açısından bakarsak tatsız bir durum. Ama biz futbolseverler açısından ve kulübü Galatasaray açısından bakarsanız da durum aynı. Arda Turan bu ligin izlemesi en keyifli sporcularından ve kulübü için de başarı açısından vazgeçilmez konumda.

Bu aşamada durup böyle bir sorundan fırsat doğurmaya odaklanmak bence sporumuz açısından çok önemli. Yani nerede yanlış yapıldı ve neleri yapsaydık bugün farklı noktada olurduğu düşünmek lazım.

Elimizdeki bilgileri toparlarsak;
1. Arda Turan 7 Eylül 2010 tarihli Belçika maçında yediği darbeye bağlı sakatlandı, sakatlık sonrası maça devam etti.
2. Maçtan sonra yapılan kontrollerinde ayak bileğinde 2 bağda yırtık saptanarak tedavisine başlandı.
3. Ekim ayı başına kadar hiç bir antrenman yapmadı ve tedavi uygulandı.
4. Ekim ayının ilk günlerinde sahada hafif tempo koşulara başladı.
5. 2 Ekim'de Adnan Sezgin, Rijkaard, Hiddink ve Oğuz Çetin'in katıldığı bir toplantıda Arda Turan'ın sağlık durumunu konuşuldu.
6. 4-5 Ekim tarihlerinde Milli takıma katılıp takımla antrenmanlara çıkmaya başladı.
7. 5 Ekim tarihinde kasığındaki ağrıları nedeniyle antrenmanı yarıda bıraktı.
8. 6 Ekim'de Milli takım doktoru tarafından yapılan açıklama ile Arda Turan'ın sorunun Osteitis pubis olduğunu ve Galatasaray'da bilinen ve tedavisi sürmekte olan bir sorun olduğunu öğrendik. Galatasaray'a göre 3-4 hafta Milli takım yetkililerine göre 2-3 aydır süren bir sorun (??) olduğu bildirildi.
9. Hiddink yaptığı açıklamada 'eğer bugün olsa oynayamaz ancak daha 2 gün var' gibisinden bir şeyler söyledi.
10. 7 Ekim Arda Turan kamptan ayrılarak Türkiye'ye döndü ve 'açıklama yapmam yasak. Durumum yapılacak kontrollerden sonra netlik kazanacak' dedi.

Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: kamuoyu ve basın herhangi bir sporcunun sağlığı ile ilgili tüm detayları bilmek zorunda değildir. Sporcunun rızası yoksa hiç kimse, buna doktorlar ve kulüp yöneticileri de dahil sporcunun sağlık durumu ile bilgi paylaşamaz, açıklama yapamaz. Yani eğer Arda Turan istememişse 'Osteitis Pubis' sakatlığı ile ilgili bilgi paylaşılmamış olabilir ve bu da tüm taraflar tarafından saygıyla karşılanmalıdır.

Yukarıdaki maddelerden hareketle ne yapılmalıydı ya cevap ararsak;
1. Arda Turan Belçika maçının 30'lu dakikalarında yediği tekmeden sonra maça devam ederek sakatlığın boyutunu büyütmüştür. Kendisi devam etmemeli etmek istese bile teknik direktör ve takım doktoru tarafından buna izin verilmemeliydi.
2. Milli takım açıklanmadan önce yapılan toplantıda Arda Turan'ın oynayamayacağı Galatasaray ekibi tarafından net bir dille ifade edilmeli, gerekirse bunun için yazılı belge sunulmalıydı. Ben bu toplantıda bir şekilde (telefonla da olsa) her iki takımın doktorlarının da bulunması gerekliydi diye düşünüyorum.
3. 4 hafta boyunca hiç saha çalışmasına katılmayan bir futbolcudan milli takımda nasıl bir katkı beklenmektedir hiç anlamadım. Spor tıbbı açısından takımla en az 1 hafta boyunca sorunsuz olarak antrenman yapmayan sporcunun maça çıkması yanlıştır. Bu hem performans hem de sakatlık açısından risk taşır. Bu anlamda Arda Turan milli takıma hiç çağrılmamalıydı.
4. Milli takıma çağrılsa bile Arda Turan sorumlu bir profesyonel olarak öncelikle geçimini sağlayan bedenini korumalı ve milli takımdan affını istemeliydi diye düşünüyorum.
5. Milli takıma katılan Arda Turan sadece hafif tempo düz koşu yaparken birden takımla antrenmana çıkmıştır ve arada bir çok basamak atlanmıştır. Hafif tempo koşu kademeli olarak tempolu koşu, sprint ve çabukluk çalışmaları şeklinde sürmeli ve ancak topla çalışmalar gibi bireysel çalışmaları sorunsuz başardıktan sonra takımla antrenmana çıkarılmalıydı.

Sorunun çeşitli tarafları ve herkesin sorumluluğu olduğu bir konu olduğunu düşünüyorum. Arda Turan'a acil şifalar ve en kısa sürede sahaya sağlıklı bir dönüş diliyorum.  Tüm bu yaşananların sporcunun daha profesyonel bakış açısı kazandığı, sorunun paylaşılması ve bilgi akışında ki problemlerlerin aşıldığı, sporcu ve takım yöneticilerinin sakatlık ve iyileşme süreçleri hakkında daha çok bilgi sahibi olup spor tıbbına daha saygılı olduğu bir döneme vesile olması en büyük isteğim.  Umarım bu sorundan gerekli dersleri alır ve bunu bir fırsata çevirecek adımları hep beraber atarız.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Doping Üzerine (2009)

Burada 2009 yılı içerisinde kaleme aldığım sporda doping ile ilgili yazımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Sayın Mert Aydın'ın 'Gen dopingi üzerine' başlıklı yazısı çoktandır yazmak istediğim bu konu üzerine beni cesaretlendirici ve yol gösterici bir kaynak oldu. Görevim nedeniyle sıkça karşılaştığım bu konuda sadece halkımızın değil konunun içinde bulunan profesyonel ve amatör tüm kişilerin ne kadar sınırlı bilgisi olduğu gerçeği beni başlangıçta oldukça şaşırtmıştı doğrusu. Uzun süredir bu konu hakkında bildiklerimi paylaşma isteğim bu durumdan kaynaklanıyor. Buna bir de daha bir iki gün önce internet sitelerine düşen 'Kewell'de yasal doping çıktı' haberleri ve buna okurların yorumlarını da eklediğim de böyle bir yazının tam sırasıdır diye düşündüm.

Öncelikle dopingin sporun çok eski ve yaygın bir sorunu olduğunu söylemek gerek. Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) dopingi 'sporcunun sağlığına zararlı ya da performans arttırıcı bir maddenin kullanımı ya da yasaklı bir maddenin ya da yönteminin sporcunun vücudunda saptanması' olarak tanımlıyor. Sporda dopinge bağlı ilk ölümün İngiliz bir bisikletçi'nin trimethyl aşırı dozuna bağlı olarak 1896'da bildirildiğini söylersem olayın hem tarihçesini ve hem de sporcu sağlığı açısından ne derece önemli olduğunu yansıtmış olurum sanırım.

Genel olarak doping'in tarihçesine baktığımızda olay performans arttırıcı bir maddenin bulunması ve bunun kullanımını takiben bu maddeyi saptayan bir testin zaman içinde tanımlanması şeklinde gelişiyor. Örneğin halen en yaygın doping maddesi olan anabolik steroidlerin 1950'li yılların başından bu yana kullanıldığı bilinse de buna yönelik ilk güvenilir test yöntemi ancak 1974'de tanımlandı. IOC (uluslararası olimpiyat komitesi) ise bu türden maddeleri 1975'de kullanımı yasaklı ilaçlar listesine ekledi. Yine adını sıkça duyduğunuzu sandığım eritropoetin(EPO) 1990'lı yılların başlarından itibaren doping maddesi olarak kullanılsa da ilk kez 2000 Sidney Olimpiyatları'nda bunu saptayabilecek test yöntemleri kullanılmaya başlandı.

Doping ve anti-doping savaşı aslında uzun süredir sürüyor ancak olayın uluslararası yasal bir zemin kazanması ve organize olarak dopingle mücadele 1999'da WADA'nın (Dünya Anti-Doping Ajansı) kurulması ile şekillendi. Günümüzde WADA her yıl başında yürürlüğe girecek bir yasaklı madde ve yöntemler listesi yayınlayarak konu ile ilgili tüm tarafları düzenli olarak bilgilendiriyor. Bu listeye WADA'nın resmi www.wada-ama.org/en  sitesinden ulaşmak mümkün. Ayrıca ulusal doping kontrol merkezleri yoluyla bu listenin ulusal dildeki haline de ulaşılabiliyor (Örneğin Türkiye için. http://www.tdkm.hacettepe.edu.tr  )

Burada sevindirici olan doping saptamaya yönelik hassas testlerin geliştirilme süresinin giderek kısalması sonucunda yukarıda verdiğim örneklerdeki dopingli maddelerin saptanamadığı 'kara pencereler'in giderek küçülmesi ve anti-doping savaşına medya ve toplumun giderek artan duyarlılığıdır.

WADA bu listedeki maddelerin tıbbi bir gereklilik durumunda önceden bildirilmesi ve doktor raporları ile kanıtlanması ve kullanılacak maddenin miktar, süre gibi detaylarının bildirilmesi şartıyla kullanımlarına geçici süreler ile izin verebiliyor. Harry Kewell'ın durumu da buna uyuyor, yani alacağı ilaç önceden sağlık gerekçesiyle hekim raporuyla kanıtlanmış ve adı konuyla ilgili yasal kurumlara bildirilmiş ve onayı alınmış. Dolayısıyla böyle bir konuda 'Kewell'da yasal doping çıktı' gibi bir başlık en azından hoş ve etik değil diye düşünüyorum.

Doping halen sporun en büyük sorunlarından biri. Sporcular başarmak ya da ödül kazanmak için, bazen diğer sporcuların da doping yaptığı düşündükleri için ya da arkadaş baskısı ile doping yapabiliyorlar. Gen dopingi de bu yasaklı yöntemler arasında ve bu konuya tıbbın ilgisi giderek artıyor, geniş katılımlı konferanslar düzenleniyor. Çünkü genetik faktörler başarılı bir sporcunun ortay çıkmasında belki de en önemli neden. Maalesef henüz bu tür bir dopinge karşı hassas bir test yok. Yani iş gene eğitime ve bilgilendirmeye kalıyor. Esas olan 'ne pahasına olursa olsun başarmak' diyen değil 'önce spor yapmak ve yarışmak diyen' gerçek sporcular yetiştirmeye çalışmak. Sporun parayla bu kadar iç içe olduğu bir dünyada bunun çok zor olduğunu biliyorum ama inanın bana savaş devam ediyor. Umarım dürüstlük kazanır.

Spor için... Hepimiz için...

3 Eylül 2010 Cuma

Aydın Örs ile Söyleşi (2008)

Burada sayın Aydın Örs ile 2008 yılı içinde yapmış olduğum profesyonel sporda antrenörlük ve sağlık organizasyonu ile ilgili söyleşiyi paylaşmak istiyorum. Bu söyleşinin bir kısmı Acıbadem Sağlık Grubu'nun süreli yayını olan Güncel Sağlık Dergisinin Aralık 2008 sayısında 'Aydın Örs, başarının sırrını anlattı' başlığı ile yayınlanmıştır. Bu vesile ile Aydın Hoca'ya engin bilgi ve deneyimlerini paylaştığı için bir kez daha teşekkür ediyorum.

HE: Aydın Hocam öncelikle bizimle konuşmayı kabul ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum. İzninizle okuyucuların bilgilerini tazelemesi açısından özgeçmişinizin ana hatlarını tekrarlayarak konuşmamıza başlamak istiyorum: 35 kez A Milli basketbol takımında oynadınız. 10 yıldan uzun süreli altyapı antrenörlüğü ve 20 yıla yakın A takım koçluğu yaptınız. Milli takım ile bir Avrupa 2.liği, Efes Pilsen ile 1 Koraç Kupası şampiyonluğu, yine Efes Pilsen ile 1 Avrupa Kulüpler Kupası 2. liği, Ümit Milli Takım ile 1. Avrupa 4. lüğü, Genç Milli takımlar ile 2 Balkan Şampiyonluğu, Efes Pilsen ve Fenerbahçe ile 6 kez Türkiye Basketbol Ligi Şampiyonluğu yaşadınız.

HE: Hocam başarılı bir antrenörü ortaya çıkaran etmenler nelerdir?
AÖ: Benim kendimce bir başarı modelim var. Bu modeli oluşturan faktörleri şöyle sıralayabilirim;
Çalışacağım kulübün bir hedefi olmalıdır. Bu hedef her kulüp için değişir. Ancak benim açımdan önemli olan bu hedefin sıradışı olmasıdır. Ben bunu zor ancak imkansız olmayan hedefler olarak tanımlıyorum.
İkinci aşama bu hedefe uygun ekibin oluşturulmasıdır. Bunu söylerken ekibin yeteneği ve donanımını kastediyorum. Buna uygun staff’ınız olmalı; basketbol geçmişi ve birikimi olan. Buna uygun iyi bir menajer olmalı; eğer seçme şansım varsa kendim seçmek isterim. Çünkü basketbolda seyahat organizasyonları, rakiplerin izlenmesi, hazırlık sürecinin organizasyonu ve oyuncuların sorunlarının çözülmesi gibi bir çok başka şeylerin de düzenlenmesi gerekli. Kondüsyoneriniz çok iyi olmalı. Sağlık ekibi de çok önemlidir; doktorun, fizyoterapist ve masörün uyumu ve bir ekip olmaları da çok önemliir. Aksi halde oyuncuya ekip içinden verilen farklı bilgiler sorunlar yaratabilir. Sağlık ekibi içinde beslenme ve psikoloji ile ilgili de düzenleme yapılmalı ve bu konunun uzmanları da ekip içinde olmalıdır.
Plan ve programa önem verilmelidir. Bu zamanı iyi ve yararlı kullanmak açısından önemlidir.
Takım içinde disiplin ve otorite mutlaka sağlanmalıdır. Burada katı kurallar koyup acımasız olmayı kast etmiyorum ancak belli ilke ve prensipleriniz olmalı ve bunların arkasında durmalısınız.
Bir diğer önemli faktör de olağanüstü çalışmak. Olağanüstü ya da sıradışı hedefler için olağan çalışamazsınız. Burada özellikle verimli çalışmaktan bahsediyorum. Önemli olan antrenman süresi değil içeriğidir.

Benim üzerinde özenle durduğum faktörlerden biri de takım olma anlayışını yerleştirmektir. Sporcuların egoları vardır, belki sorunları vardır. Bunların takımın önüne geçmeden ortak hedef doğrultusunda birleştirilmesi gereklidir. Takım olmak için bireyler oyun içinde ve oyun dışında yardımlaşmalıdır. Burada başarıyı olduğu kadar başarısızlığı paylaşabilmek de önemlidir. Değişik karakter, yaş ve milliyette insanları bir araya getirmek zaman alır. Ancak iyi ve kötü olaylarla yüzleşerek ve belli şeyleri başararak takım olunur.

Sonuncu faktör de asla vazgeçmemektir. Önünüze engeller koyarlar, hastalıklar ve sakatlıklar oluşur, yönetimle, basınla sorunlar yaşarsınız ve en yakınmalırınız bile ‘yeter! bunlarla neden uğraşıyorsun, bırak artık ‘ diyebilir. Ancak hedeften vazgeçmemek çok önemlidir.

HE: Hocam bir sezonu, antrenman ve maçları nasıl planlarsınız?
AÖ: Ben maçların başlama tarihinden 2 ay geriye giderek hazırlıkları planlarım. 8 haftalık bir hazırlık dönemi planlaması yaparım. Bunun ilk 3 haftası fizik kondüsyon ve fundemental çalışması ile geçer. Burada haftada 9-10 antrenman yaparak, ağırlık çalışması ve dayanıklılık çalışması ile hazırlanırız. Daha sonra toplu çalışmalar ve 3e 3, 4 e 4 çalışmalarla taktik çalışmaları yaparız. 4. haftadan itibaren hazırlık maçlarına başlar ve 10-15 arası hazırlık maçı planlayarak sezona hazır hale geliriz.

HE: Göreve başladığınızda oyunculara ve takıma yönelik attığınız adımlar nelerdir?
AÖ: Sezon başında mutlaka sporcuların sezon öncesi check-uplarının ve fiziksel testlerinin yapılması önemlidir. Sonuçlara göre bazı oyunculara özel antrenman, beslenme programları planlanmalıdır.Burada sağlık ekibine ve beslenme uzmanlarına çok iş düşer. Ben sezon öncesi ve sezon içi her oyuncuya haftalık programlarını veriririm. Çünkü sporcunun hayatını planlaması gerektiğine inanırım. Onların da ailesi, spor dışı yaşamları var ve ne zaman ne yapacaklarını bilmeleri gereklidir. Ayrıca malzeme ve kıyafet seçimi ve bunların uygun kullanımı da takım olma olgusunun bir parçasıdır: antrenman ve maç kıyafetlerinin ve seyahat kıyafetlerinin bir örnek olması gibi. Tabii bu staff için de geçerli.

HE: Söz takım olma olgusuna gelmişken takımdaşlık duygusu yaratmada antrenörün rolü nedir?
AÖ: Ben hiçbir zaman patronluk taslayan bir antrenör olmadım ancak hep prensiplerimin arkasında oldum. Burada önemli olan yetkileri paylaşmak ve staffda da takımdaşlık duygusu yaratmaktır. Onlara inisiyatif vermek ve yönetim sürecine ortak etmek çok önemlidir. Sporcularımla özel hayatta da diyaloğum vardır ve zengindir. En özel sırlarını benimle paylaşan sporcular olmuştur. Bunun için güven duygusu yaratmak çok önemlidir. Çünkü sporcu önce size güvenir, sonra staffa güvenir ve sonra da arkadaşlarına güvenir ve işte o zaman da takım olunur.

HE: Hocam Hidayet Türkoğlu,Ufuk Sarıca, ve Mirsat Türkcan gibi pek çok yıldız sporcunun yetişmesinde büyük rolünüz var? Genç bir sporcu adayının bir yıldız olacağına nasıl karar verirsiniz? Onları nasıl yönlendirirsiniz? Bir sporcu hangi süreçlerin sonunda Hidayet Türkoğlu oluyor?
AÖ: 10-12 yaşında Ufuk’u keşfettim dersem yalan söylemiş olurum. Ben eğitimlerde de hep söylerim’ altyapı antrenörü masada oturmamalı, gidip okullarda oyuncu araştırmalı’ diye. Yani oyuncu avcılığı yapmalı. Tabii ki oyuncuyu bulmak öncelikli hedef ancak bence öncelikli olan başka şeyler var: iyi basketbolcu öncelikle iyi sporcu olmalı ondan önce de iyi adam olmalı. İyi insan olmak aile terbiyesiyle de ilgilidir ama sizin yapacağınız şeyler de var. Sizin gözünüzün içine bakan birine bir çok şey öğretebilirsiniz.

Küçük yaştaki sporculara oyunu öğretirken onlara önce bunun oyun olduğu öğretilmeli, çocuklar antrenmana gelirken ayakları geri geri gitmemeli. 8-10 yaşındaki çocuğa teknik taktik öğretmek yanlıştır öncelikle oyunun temeli öğretilmelidir. Bir süre sonra iyi çalışan oyuncular sırıtmaya başlar ve siz de yavaş yavaş onlara eğilmeye başlarsınız. Onlar için özel maçlar planlar ve özel antrenmanlar yaptırırsınız.

HE: Peki hocam bahsettiğimiz sporcuların ortak özellikleri sizce neydi? Onları başarılı basketbolcu yapan nedir?
AÖ: Tabii ki hepsi yetenekli ancak bu sporcuların çoğunda ortak özellik kazanma isteği, mücadele etme arzusu ve arkadaşını geçme dürtüsüne sahip olmaları. Yani bunlar hem yetenekli hem de kazanmak isteyen sporculardır.

HE: Sizce bir antrenör kondüsyonerlerden yararlanmalı mıdır?
AÖ: Bence iyi bir kondüsyoner gereklidir. Ben geçmişte atletlerle beraber çalıştım, ağırlık idmanlarına katıldım. Benim bu konuda özel bilgim var. Bu nedenle programı beraber saptarım ancak detayları tabii ki işin uzmanına bırakırım. Onlar oyuncu özelliklerine, antrenman dozu ve sayısına göre gerekli planlamaları yaparlar.

HE: Sporcuların performans ve sorunlarını nasıl yönetirsiniz? Takım içi sorunlar ile baş etme konusunda yöntem ve önerileriniz nelerdir?
AÖ: Sorunlu oyuncuyu yönetmek kolay değildir. Ancak önemli nokta sorunu ertelememek ve onun üzerine gitmektir. Sorunu görmemezliğe gelmek diğer oyuncuları da kaybetmeye neden olur ve ayrıca sorun bir dahaki sefere daha büyük olarak karşınıza gelir.

HE: Aydın hocam sizce sporda sakatlıkların önlenmesinde antrenörün rolü nedir?
AÖ: Bir antrenör sporcuyu bilinçlendirmeli: doğru beslenme, yeterli uyku ve özel hayat konusunda donatmalıdır. Bunlar daha çok altyapı sorunlarıdır ve orada halledilmelidir. Ayrıca antrenör sporcuyu sezon öncesinde ve sezon içinde çok iyi hazırlamalıdır.

HE: Sağlık ekibinin sporda rolü nedir ve antrenörlerin sağlık ekibinden beklentileri nelerdir?
AÖ: Sağlık organizasyonu da bir ekip işidir ve ekip tarafından yönetilmelidir. Burada da doğru organizasyon ve takım olmak önemlidir. Bir kere çok iyi bir doktorunuz olmalı, bu doktor bilgili ve hastanesinde sözü geçen bir doktor olmalıdır. Onun gözetiminde uygun ve gerekli konsültasyonlar planlanmalıdır. Burada Acıbadem Hastanesi ve Dr. Armağan Özel örneği çok önemlidir. Fenerbahçe Basketbol takımında çalışırken Dr. Armağan Özel’in şahsında Acıbadem Sağlık Grubu ile böyle çok başarlı bir süreç yaşamıştık. Tabii burada böyle bir yapıyı kuran ve yöneten Sayın Mehmet Ali Aydınlar’dan da bahsetmek ve onu da kutlamak gerekli.

HE: Hocam Türkiye basketbolunda uzun ve başarılarla dolu bir geçmişiniz var geri dönüp baktığınızda Türk sporunda organizasyon ve sağlık altyapısı ile ilgili önerileriniz nelerdir?
AÖ: Bence sağlık altyapısı, sporcu kalitesi, koçların yeterliliği ya da antrenman bilgi ve uygulamalarında bir eksiğimiz yok. Eksiğimizin finans ve pazarlama planlanmasında olduğunu düşünüyorum. Yani seyirci organizasyonu, sponsor gelirleri, medya ilişkileri, ürün gelirleri konsunda planlamalar yapılması lazım.

HE: Son olarak hem sağlık hem de sporla ilgili bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
AÖ: Tabii; Koraç kupasında oynarken grupta son maçlara geldik. Son maç öncesi Naumoski sakatlanmıştı ve kasıkta kas yırtığı vardı. Doktorumuz oynayamayacağını söyledi. Maç kritikti; kazanırsak grupta 1. olacak kaybedersek 3. olup elenecektik. Naumoski ile konuştum ve istersen Yunanistan’a takımla gelme dedim. Bizimle geldi ancak oynama şansı yoktu. Ben de kafamda onun olmadığını düşünerek hareket ediyordum. Çünkü benim için oyuncunun sağlığı herşeyden önemlidir. Maça başladık Ufuk 1 numara pozisyonunda oynuyor ve top getiriyordu. Bir ara 15 sayı geri düştük, ben dönüp Naumoski’ye baktım ancak yüzümde ‘tam da sakatlanacak zamanı buldun’ gibi bir ifade vardı herhalde. Biraz sonra Naumoski yanıma geldi ve oynamak istediğini söyledi. Ben 1-2 kez emin olup olmadığını sordum ve iyi hissetmiyorsa oynamamasını söyledim.İyi olduğu söyledi ve oyuna girdi. Oyunu havası değişti, o gün Naumoski hiç sayı atmadı ancak top getirdi ve takımın üzerindeki baskıyı aldı, asist yaptı. Biz maçı kazandık.

HE: Hocam bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Sporda 'profesyonellik = para' mı?

Sporun bir çok alanı günümüzde artık 'profesyonel' spor olarak adlandırılıyor. Ortalama üzeri bir futbolcu yılda 1-2 milyon, bir basketbolcu ise 500 bin-1 milyon TL para kazanıyor. Bunun karşılığını verebiliyorlar mı ya da karşılığını vermek için nasıl bir planlama yapıyorlar? Belki de yapıyorlar mı diye sormalı ama sporda esas konuşulması gerekenin bunlar olduğunu düşünüyorum.

Sporcuların spor ve günlük yaşam planlaması üç ana döneme ayrılabilir;

-Performansa hazırlık
-Performans
-Performans sonrası toparlanma.

Performansa hazırlık; sporcunun sezon öncesi yaptığı antrenmanlar, kamplar ile sezona hazırlanması sürecidir. Ama sadece bu kadar değildir. Sporcular tatil döneminde en azından kazanımlarının (kondüsyon, çabukluk v.b.) bir kısmını korumak için bireysel olarak da çalışmalıdır (Türkiye'de hemen daima eksik yapılan ya da hiç yapılmayan bir şeydir). İşin özeti sporcu sezon başı kampına ön hazırlığını yapmış ve hazırlığa hazır halde gelmelidir!. Burada ülkemizde hemen hiç kullanılmayan bireysel antrenör, kariyer koçu, basın danışmanı, beslenme, psikolojik danışmanlık gibi performansa yönelik kavramlardan da bahsetmek gerekli ama bu konuların her birinin ayrı bir yazı konusu olduğunu da söylemek gerekli.

Performans; sezon başı hazırlığı ile yeterli kondüsyonu, kuvveti, çabukluğu yani beceriyi kazanmış sporcunun sahaya çıkıp oraya eğlenmeye, hoşça vakit geçirmeye gelmiş ya da ekran başına geçmiş izleyicilere istediklerini verdikleri süreçtir. Bu süreç de ülkemizde eksik kalmaktadır. Ortada dönen büyük paralar ve ülkemizin kültüründen gelen bir takım nedenlerle amaç 'sadece kazanmak ama nasıl olursa olsun kazanmak' haline gelmiştir. Bu durumda izleyiciler açısından sporun bir 'eğlence-entertainment' olduğu gerçeğinden bizi uzaklaştırmaktadır. Sonuçta ortaya keçiboynuzu tadında müsabakalar çıkmaktadır. Bu da sporun pazarlanması ve daha büyük gelir ile uluslararası bilinilirliğe ulaşmasını sınırlamaktadır.

Performans sonrası toparlanma; sporcunun sadece parasını alırken değil hayatını yaşarken de profesyonel olması gerekli. Maç ya da antrenmanlardan hemen sonra yeterli besin ve sıvı desteğinin önemini ve nasıl sağlanacağını bilmesi gerekli örneğin. Ya da maçtan bir gece önce cinsel ilişkiye girmemenin, maç sonrası gece iyi uyumanın önemini kavraması gerekli. İlhan Mansız gibi diz artroskopik cerrahisi olduğunun gecesinde gece kulübü ya da barlarda gezmemeli. Maç ya da antrenmanda yaşadığı sakatlıklar için en kritik sürecin ilk 48-72 saat olduğunu ve bu konuda yapılacak ilk müdahalenin tedavinin en önemli parçası olduğunu öğrenmesi gerekli.

'Profesyonel' spor aslında bütün bu yukarıda anlattıklarım ve daha fazlası varlığında 'profesyonel' oluyor, sadece para alırken değil. Günümüzde 'profesyonel' sporcularımız kendilerine sözleşme yaparken daha çok para kazandıracak menejerlerle çalışıyor ve diğer bütün her şeyi de menejerlerinden, antrenörlerinden ve kulüpten bekliyorlar (istisnalar hariç). Bana kalırsa performansın diğer bileşenlerini öğrenip buna yönelik yatırım yapmaları için zaman geldi de geçiyor bile, tabii umurlarındaysa...

27 Ağustos 2010 Cuma

Sakatlık Belası

Dünkü Lyiv faciası sonrasında Galatasaray Teknik Direktörü Rijkaard 'Alınan oyuncuların hepsi sakat, herkes neredeyse sakatlandı' diyor. Bakarsak dediğinde haklı ama bu kader mi ? Ya da başka bir deyişle bunun böyle olacağı öngörülemez miydi?.

Sporda sakatlıklar iki şekilde oluşur:
a. akut/travmatik ya da darbeye bağlı sakatlıklar; yani tekme, dirsek ya da topun çarpmasına bağlı olanlar,
b. aşırı kullanma ya da yüklenmeye bağlı sakatlıklar; yani vücut kapasitesinin üzerinde yüklenmeye, antrenmana bağlı olanlar.

Galatasaray özelinde birinci grup sakatlıklara en iyi iki örnek Baros'un geçen yıl ve Uğur'un bir önceki yıl yaşadığı kırıklardır. Bunları kuşkusuz öngörmek mümkün değildir. Ha bunlar çok iyi bir şekilde ele alınıp tedavi edildiler mi? Bu tamamen ayrı bir yazı konusu ya da yazı dizisi olur!!!

Yine Galatasaray özelinde ikinci grup sakatlıklar için Harry Kewell'ın artık ayyuka çıkmış kasık sakatlığı ve yeni transfer Pino'nun bacak sakatlıkları örnek olabilir. Bu gruptaki sakatlıkları ön görmek ve sezon içinde size bela olabileceklerini düşünmek çok da zor değil. Çünkü yapılan pek çok spor sakatlığı ile ilgili tıbbi araştırma bu tür sakatlıkların türlerine göre olmak üzere 25%-75% arasında değişen oranlarda tekrar ettiklerini göstermektedir.

Aslında yapılacak şey gayet basit; kadrona katmayı düşündüğün sporcuların en azından son 2-3 sezonda oynadığı maç sayısını ve sakatlıklarını internetten basit bir tarama ile inceleyip adım atarsan bu tür sorunlarla karşılaşma ihtimalini azaltmış olursun.Türkiye garip bir ülke; neresinden tutarsan elinde kalıyor. Sen gidip önce daha önceki sezonlarda aynı bölgeden birden fazla sakatlık yaşamış sporcuları kadrona kat sonra da bu kadar sakat nasıl oluyor diye kara kara düşün. Futbol bilgisi, deneyimi ve en önemlisi adamlığı ile Türk futbol piyasasında kimsenin laf edemeyeceği Rijkaard'a da bu lafı etmek kalsın! Pes vallahi pes...

17 Ağustos 2010 Salı

Sağlık Yapılanması Özelinde Liverpool vs. Galatasaray

Bu yılın Mart ayında Liverpool FC spor hekimliği ve spor bilimleri bölümünün başına Dr. Peter Bruckner'ı getirdi. Dr. Bruckner Harry Kewell'ın menejerinin Liverpool FC doktorlarını Kewell'ın sakatlığını yanlış tedavi ettikleri ve kariyeri ile oynadıkları suçlamasının ardından bu görevi kabul etti. Dr. Bruckner spor hekimliği alanında dünyada en çok tanınan ve bu alanda 'spor hekimliğinin kutsal kitabı' olarak kabul edilen 'Clinical Sports Medicine' adlı kitabın editör ve yazarlarındandır. Ayrıca Avustralya Olimpiyat takımı sağlık ekibinin başkanlığı ve Avustralya Futbol takımı sağlık ekibi başkanlığı gibi pek çok önemli görev almış bir spor hekimidir.

Yaklaşık 1 hafta kadar önce de Galatasaray'da artık ayyuka çıkmış yanlış teşhis ve tedavi tartışmalarının sonucunda oldukça yıpranmış sağlık ekibinde değişikliğe gidildi. Spor hekimi Doç. Dr. Burak Kunduracıoğlu ve fizyoterapist arkadaşlarından oluşan bir ekip daha önceki ekipten 1-2 kişi ile beraber Galatasarayın yeni sağlık yapılanmasını oluşturdular. Doç. Dr. Kunduracıoğlu daha önce görev aldığı Ankara profesyonel futbol kulüplerinde (Ankaragücü, Ankaraspor ve Gençlerbirliği) başarılı işler yapmış olduğunu düşündüğüm bir meslektaşım.

Bana kalırsa spor hekimliği eğitimi almış olması bile başlı başına önemsenmesi gereken bir durum çünkü bu konuda ülkemizde yanlış bir inanış ya da bilgi var; spor sakatlıkları alanında asıl olan sakatlanmaya neden olan faktörlerin saptanması ve düzeltilmesidir. Bu bağlamda ortopedistler (sıklıkla profesyonel sporda takım doktorları bu alanda çalışan meslektaşlarımdır) spor sakatlıklarının tedavisinde önemli rol alırlar ancak tüm spor yaralanmalarının ancak 10%'u ameliyat gerektiren yaralanmalardır. Yani hem oluşabilecek sakatlıkların önlenmesinde hem de oluşan sakatlıkların %90'nın tedavisinde spor hekimliği, fizik tedavi uzmanları ve fizyoterapistlerin içinde bulunduğu diğer sağlık profesyonellerinin büyük önemi vardır.

Dr. Bruckner Mart 2010'da verdiği söyleşide Premier Ligin son ayı boyunca bir gözlemci gibi kulüp işleyişini izleyeceğini ve gelecek sezon için süreçlere ne gibi şeyler ekleyebileceklerine karar vereceğini söylemiş. Açıkçası bu noktada Dr. Bruckner'a imrendiğimi ifade etmeliyim çünkü yeni bir kulüpte işe başlamak için daha güzel bir yöntem olamazdı. Maalesef Dr. Kunduracıoğlu ve ekibinin böyle bir gözlem yapacak vakti olmadı. Bu noktada eski ekipten göreve devam eden Dr. Murat Çevik'in katkı vermesi gerekecek.

Burada bunca kulüp arasından neden Liverpool ve Galatasaray'ı seçtiğime gelince: her iki kulüp de tarihleri açısından ülkelerinin belkide en prestijli ve Avrupa odaklı kulüpleri ama daha önemlisi günümüzde yönetimsel nedenlerle deyim yerindeyse sırat köprüsünden geçiyorlar. Dengelerin bu kadar oynak olduğu bir ortamda teknik ekiplerin de sağlık ekiplerinin de işinin zor olduğu aşikar.
Umarım her iki kulübün geleceği ve en önemlisi sporcuların sağlığı için doğru bir yapılanma ve çalışma ortamı yaratılabilmiştir. Çünkü sanıldığı gibi 'takım olmak' sadece futbol takımının değil sağlık ekibinin başarısı için de olmazsa olmaz bir şart.

13 Ağustos 2010 Cuma

Başlarken

Uzun süredir aklımda olan ve yapmayı planladığım bir şeye nihayet zaman ayırıp başlayabildim. Doğrusu neden yoğunluk mu tembellik mi bilemiyorum.


Ülkemizde başta futbol olmak üzere gittikçe daha çok ilgi gören ve para kazandıran profesyonel spor, yaygınlaşan düzenli egzersiz yapma çabası olduğunu mesleğim nedeniyle uzun süredir gözlemliyorum. Ama bundan daha baskın olarak ön plana çıkan birşey spora başlama ve devam ettirme sürecinde son derece kısıtlı bilgi ve birikimle hareket edildiği gerçeği. Sıradan insanları geçtim üyeliklerine yüzlerce lira verilen spor merkezlerinde görev alanların bile bu konuda birikimi son derece sınırlı.


Egzersizin hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde vücut ve ruh sağlığı için son derece yararlı olduğu, bir çok hastalığın görülme sıklığını azalttığı ve hatta insan ömrünü uzattığı kanıtlanmış durumda. Ancak uygun şekilde- ya da doğru yapılmayan egzersizin sakatlıklara yol açtığı ve dolayısıyla spora katılımı sınırlayarak yararlı etkilerinin ortaya çıkmasını engellediği de bilinmekte.


Burada kendimden kısa olarak bahsetmemim de iyi olacağını düşünüyorum;yaklaşık 17 yıllık hekimim. 12 yıldır fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanlığı yapıyorum. Ayrıca spor ve egzersiz tıbbı lisansüstü eğitimim var ve son 7-8 yıldır spor ve sporcu sakalıkları ile bunların tedavileri konusunda da çalışıyorum. Elimden geldiğince spor yapmaya çalışan iyi bir spor izleyicisi olduğumu da söyleyebilirim.


Yukarıda paylaştığım bilgilerden hareketle spor ve egzersiz sırasında neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu, neyin nasıl yapılması gerektiğini ile ilgili bilgi ve deneyimlerimi aktarabildiğim kadarıyla paylaşmak için bu blogu oluşturmayı düşündüm. Umarım sporcu sağlığı ve sağlıklı spor yolundaki çabalara bir katkım olur.